7 Ocak 2014 Salı

2011 sokağın, kavganın, barikatın yılı olacak! - Volkan Yaraşır

2011 sokağın, kavganın, barikatın yılı olacak! - Volkan Yaraşır


2010’u son 25 yılın en kritik yılı olarak tanımlamıştık, öyle de oldu. En başta çeyrek asra hakim olan neo-liberal hegemonya kırıldı. Kapitalizmin ebediliğine yapılan vurgular, ideolojik hamleler ve bütün mistifikasyonlar çöktü. Kapitalizmin çürümüşlüğü, iğrençliği ve bütün pespayeliği kapitalist krizle yeniden ortaya çıktı. 2010 yılı aynı zamanda sokağın, kavganın, barikat savaşlarının, büyük kitle gösterilerinin, genel grevlerin yılı oldu.
Kapitalizmin yapısal krizi -ya da büyük bunalım olarak ifade edebileceğimiz krizi- küresel düzeyde sınıfsal antagonizmayı keskinleştirdi. Uzun bir geri çekilme döneminden sonra işçi sınıfı hem metropollerde, hem de periferide tarihsel özneye yakışan bir tavırla alanlara ve sokaklara çıktı. Fabrika işgalleri, yaygın sektörel grevler, genel grevler, sokak savaşları, sabotaj ve blokaj gibi muhteşem eylemler gerçekleştirdi. Yunanistan’dan Fransa’ya, Güney Kore’den Bangladeş’e, Çin’den Portekiz’e, Güney Afrika’dan Arjantin’e, Mısır’dan İspanya’ya kadar sınıfsal öfke ve kin yayıldı.
2010 yılı, kapitalist krizin ikinci evresi diye de tanımlayabileceğimiz mali krizlere sahne oldu. Bu süreçte ise özellikle Avrupa’nın Akdeniz havzası öne çıktı.
Finans krizinin, devletlerin mali / borç krizine dönüşmesi sınıf mücadelesinin seyrini etkiledi. Sınıf hareketi giderek radikalize oldu. Önce Dubai’de ortaya çıkan, daha sonra Yunanistan’da yaşanan borç krizine yönelik çözüm adımları yeni bir kriz senkronizasyonunu ortaya çıkardı. Ağırlıkla AB merkezli yaşanan bu yeni kriz dalgası halihazırda Akdeniz havzasını ya da AB’nin periferisini sarstı ve sarsıyor.
Yunanistan’da başlayan mali kriz AB Merkez Bankası ve IMF müdahaleleriyle kontrol edilmeye çalışıldı. Yunanistan’ın yeniden sömürgeleştirilmesi yönünde adımlar atıldı. İşçi sınıfına sosyal yıkım politikaları dayatıldı. Aslında krizin yeni evresi her krizde olduğu gibi, finans kapitalin yeni bir saldırı stratejisine dönüştü.
AB bu stratejiyle yeniden yapılanma sürecine girdi. AB’nin çekirdeğini oluşturan emperyalist iki ülke (Fransa ve Almanya), bir taraftan AB içi hegemonyasını restore edecek programları uygulamaya, diğer taraftan yine kapitalist krizin bir yansıması olan emperyalist özneler arasındaki hegemonya krizinden avantajlı çıkmaya çalıştı. Emperyalist klik olarak gücünü pekiştirecek politikaları hayata geçirmeye başladı. Bunun anlamı AB’nin periferisinin yeniden sömürgeleştirilmesi ya da Çinleştirilmesidir.
Fransa ve Almanya “kriz yönetme metotlarıyla” hegemonyasını yeniden inşa ederek, AB içinde daha kristalize bir konuma geldi ve ekonomik ve siyasi tahakkümünü daha fazla yaydı.
Yaşanan süreç işçi sınıfı için sistematik bir karşı devrim anlamı taşıdı. Finans kapital küresel düzeydeki sosyal yıkım programları ve saldırılarıyla sınıfın köleleştirilmesini ve boyunduruk altına alınmasını hedefledi.
İşçi sınıfı kendi otonomisinin zenginliği içinde son derece net bir karşılık verdi. En başta Yunanistan işçi sınıfı bir öncü müfreze gibi ayağa kalktı. 2010 yılı Şubatı’ndan itibaren 6 genel grev gerçekleştirdi. Ayrıca bugüne kadar yaygın sektörel grevler yaptı. Sermayeye geçit vermedi. Yunanistan işçi sınıfını İtalya işçi sınıfı izledi. Ve işçi eylemleri, kitle gösterileri, grevler kıta Avrupası’na yayılmaya başladı. Özellikle Fransa işçi sınıfının 1,5-2 ay gibi kısa zamanda 7 genel grev yapması Avrupa işçi sınıfının tarihine geçecek önemli bir gelişme oldu. Bu genel grev senkronizasyonu Avrupa işçi sınıfına moral verdi, özgüven aşıladı, muktedir olma yeteneği kazandırdı. Portekiz’de 22 yıllık bir aradan sonra üç milyon kişinin katıldığı genel grev de, Akdeniz havzasındaki yeni bir fırtınanın göstergesi oldu. Son olarak İrlanda’da yaşanan devletin iflas süreci kitle hareketini tetikleyen başka bir faktör oldu. Bu gelişmeler ve olası Portekiz, İspanya, Belçika ve İtalya mali krizleri Avrupa kıtasını ve özellikle Akdeniz havzasını işçi hareketinin yeni mücadele odağı olarak öne çıkartmaktadır. Aynı zamanda olağanüstü bir sınıf hareketi dalgasının da göstergeleridir.
“Dalgalar teorisi”
Mali krizin Portekiz, İspanya hatta Belçika ve İtalya’yı sarsma olasılığı bir senkronizasyonun dışavurumudur. Ayrıca Akdeniz havzasında büyük bir altüst oluşun habercisidir. Bu gelişmenin kıtayı sarstığı oranda, küresel düzeyde etki yaratması kaçınılmazdır. Özellikle İspanya’da yaşanacak mali kriz tetikleyici bir işlev görecektir. İspanya mali krizinin de öncülü Portekiz’dir. Çünkü İrlanda’dakine benzer biçimde, İspanya’nın toksik bankalarının yatırım alanı Portekiz’dir. Bu anlamda Portekiz’de yaşanacak bir mali kriz aynı zamanda İspanya mali krizinin başlangıcıdır. İspanya’nın yaşayacağı mali kriz, ülkenin ekonomik gücü ve AB içindeki yeri itibariyle ciddi sarsıcı sonuçlar doğuracaktır. Bu gelişmeye ek olarak Belçika ve İtalya’da yaşanacak benzer krizler finans sisteminin bütünüyle çöküşüne neden olabilir.
Bugün Portekiz’in bütçe açığını kapatmak ve vadesi dolan borçlarını ödemek için acilen 50 milyar euroya ihtiyacı var. İspanya’ya 350 milyar euro, İrlanda’ya da 90 milyar euro gerekiyor. AB’nin euro bölgesinde yaşanacak problemler için ayırdığı 750 milyar euroluk fonun Yunanistan’a yapılan ödemeyle birlikte hızla tükeneceği ortadadır. Bugün ayrıca 27 AB ülkesinde ciddi devlet borcunun varlığı da düşündürücüdür. Bütün bu gelişmeler ve yaşanacak bir mali kriz dalgası önümüzdeki birkaç yıl içerisinde devlet iflaslarını yaygınlaştırabilir. En azından bu olasılık düne göre çok daha fazla artmıştır. Bu anlamda 2011 ve sonrası birkaç yıl kritik önemdeki yıllar olarak değerlendirilebilir.
Sürecin bir başka yanı ise sınıfsal antagonizmanın şiddetlenmesidir. 2010 yılı özellikle Akdeniz havzasında sınıf hareketinin yükselişine tanıklık etti. 2011 ve önümüzdeki dönemde bu yükselişin devam etmesi muhtemeldir. Kısaca tarihsel bir momentumun içindeyiz. Kapitalizmin yapısal krizi sınıfın otonomisinin bütün zenginliğiyle dışavurumunu sağlıyor. 2010 yılında yaşanan genel grevler, sokak ve barikat savaşları, fabrika işgalleri, yani sınıf hareketinin yükselen dalgası önümüzdeki dönemde de zenginleşerek sürecektir.
Uluslararası sınıf hareketinin gelişim tarihine baktığımızda bu gelişimin bazı dönemlerde dalgasal nitelik taşıdığını görürüz. Her dalganın yükselişi son derece önemli sonuçlar doğurmuştur.
1848 devrimlerini, kıta Avrupası’nda 1830’lardan başlayan devrimler dalgası önceledi. Dalgasal şekilde gelişen işçi hareketi kıta düzeyinde etkisini gösterdi. Toplumsal maddi bir güç olduğunu ortaya koydu.
1917 Ekim Devrimi bir başka dalganın başlangıcıdır. Bu dalga Almanya, Macaristan, İtalya, Avusturya, Finlandiya ve İskoçya’yı sardı ve sarstı. Birçok ülkede devrimci durumlar yaşandı. İşçi sınıfı iktidara yürüdü. Yaygın ve etkili konsey pratikleri gerçekleştirdi.
Bir başka dalga da kendini 1968 küresel isyanında simgeledi. 1960’ların ortalarından başlayan bu dalga, 1970’lerin ortalarına kadar sürdü. Kendini büyük toplumsal hareketler (siyahi ve sivil haklar hareketi, feminizm, öğrenci gençlik vb.), ulusal kurtuluş savaşları gibi vektörlerin yanında Fransa, İtalya, Britanya, Arjantin, Yunanistan ve Türkiye’de işçi hareketleri şeklinde dışa vurdu.
Her dalgasal yükseliş devrimler, isyanlar, ayaklanmalar, büyük kitle hareketleri yarattı. Ama aynı zamanda dalgaların kırılmaları sonucunda karşı devrimler yaşandı. Yani toplumsal diyalektik işledi.
İçine girdiğimiz süreci 21. yüzyılın ilk büyük işçi hareketi dalgası olarak değerlendirebiliriz. Kapitalizmin yapısal krizi sınıf hareketinde son derece önemli gelişmelere yol açtı. Akdeniz havzası odaklı gelişmeler bunun somut göstergelerinden biridir.
Bugün Akdeniz havzası odaklı gelişen, mali kriz senkronizasyonuyla kıtaya yayılma ihtimali taşıyan işçi hareketi önemli zaafları da içinde taşımaktadır. Yaygın genel grevlere, kitle gösterilerine ve sokak savaşlarına rağmen Yunanistan, İtalya, Fransa ve Portekiz’de sınıfın yıkıcı gücünü bir mecrada toplayacak ve onu konsantre edecek siyasal öncü ve enternasyonal bağ yoktur. Örneğin Fransa’da her birinde 3 milyon işçinin katıldığı 7 genel grev gerçekleştirilse de sendikal bürokrasinin azımsanamayacak hakimiyeti vardır. Bundan dolayı özel sektörün genel grevlere iştiraki engellenmiştir. Ayrıca genel grevlerin yaygınlaşmasına bazı konfederal yapılar fiilen engel olmuştur. Diğer taraftan burjuva reformist sol partilerin sınıf üzerindeki hegemonyası da kırılamamıştır. Her şeye rağmen Fransa ve diğer ülkelerde neo-liberal karşı devrim programı sınıfın kolektif inisiyatifi yanında kolektif aksiyonunu da açığa çıkarmıştır. Tabandan yükselen öfke, kin ve arayış sendikal blokajları, burjuva reformist engellemeleri etkisizleştirmiştir. 2011 en az 2010 yılı kadar önemli ve sarsıcı işçi eylemlerine gebedir. Sınıf mücadelesinin iç zenginliği, muhteşem yaratıcılığı ve otonomisinden kaynaklanan yıkıcı gücü yukarıda bahsettiğimiz eksiklikleri aşmaya da muktedirdir. 
Sosyal bir mıknatıs niteliği taşıyan işçi sınıfı 2010 yılında gerçekleştirdiği eylemlerle öğrenci gençliğin harekete geçişini sağladı. Avrupa öğrenci gençliği işçi sınıfıyla ortak eylemler yaptı. Özellikle Fransa, Yunanistan ve İtalya öğrenci gençliği bu konuda dikkat çekti. Fransa’da öğrenci gençlik 350 blokaj eylemiyle genel grevleri destekledi, polisle çatıştı, kitle gösterilerinde aktif yer aldı. Benzer eylemler Yunanistan’da ve son olarak İtalya’da gerçekleşti. Radikal sosyal yıkım politikalarına karşı İngiltere’de de öğrenci gençlik harekete geçti. İşgal, blokaj, sokak çatışmaları ve kitlesel gösterilerle sokaklara çıkıldı. Bu yönde özellikle Fransa öğrenci gençlik ile işçi sınıfının mücadelesinin ortaklaşması anlamında örnek teşkil etti.
2011’in işçi sınıfı ve öğrenci gençlik hareketinin mücadelesinin daha fazla kaynaştığı ve enternasyonal karakterinin güçlendiği bir yıl olması muhtemeldir. Aynı şekilde toplumun değişik katmanlarının işçi sınıfının mücadelesiyle bütünleşmesi de büyük bir olasılıktır. Çünkü sosyal yıkım programları küresel düzeyde mülksüzleşme, işsizleşme ve geleceksizlik anlamı taşımaktadır. Bunun somut yansıması kronik yoksulluk, işsizlik ve sefalettir. İşçi sınıfı bu süreçte, Komünist Manifesto’da belirtildiği gibi tüm insanlığın acılarını kendinde toplarken, kendi kurtuluşunun aynı zamanda insanlığın da kurtuluşu olduğunu pratik olarak ortaya koyup, yarattığı muazzam aura ve çekim gücüyle tüm emekçi ve ezilen yığınları çeperinde toplayacaktır.
Türkiye
Türkiye de 2010 yılında önemli işçi eylemlerine sahne oldu. TEKEL Direnişi sonrasında işçi hareketindeki en dikkat çeken gelişme lokal eylemlerin yaygınlığıydı. İtfaiye, Marmaray, İSKİ, Esenyurt Belediye işçileri, ATV-Sabah grevi, Tariş direnişi, Kent A.Ş., İzmir Büyükşehir Belediyesi taşeron işçilerinin direnişleri öne çıkan başlıca eylemlerdi.
Özellikle UPS direnişi ve ÇEL-MER fabrika işgali 2010 yılına damgasını vurdu. Ayrıca bireysel direnişler önem taşıdı.
Lokal düzeyde yaşanan direnişlerin büyük bir kısmı (İSKİ, Marmaray, TEKEL, İtfaiye gibi) güç kaybıyla sonlandı. Ne yazık ki sınıfın birleşik gücünü sağlayacak pratikler ve örgütlenme adımları atılamadı.
Lokal direnişlerin yaygınlığı sınıfsal öfkenin, kinin ve arayışın göstergesi olması açısından bir olumluluğu işaretledi. Öte yandan bu direnişleri birleştirecek zeminlerin yaratılamaması ise bir zaafiyet olarak dikkat çekti. Sendikal bürokrasi bu direnişlere karşı kayıtsız kaldı. Fiilen engelleyici tavırlar içine girdi. Ayrıca bu direnişlere yeterli ve etkin dayanışma gösterilemedi. Devrimci güçlerin büyük kısmı, ziyaretten öte bu direnişler içinde aktif olarak yer almadı, desteklemedi. Bu faktörler de lokal direnişlerin etkisini kırdı, yarattığı enerjiyi zayıflattı.
Özel olarak UPS direnişi yeni bir TEKEL olabilirdi. UPS’nin uluslararası bir şirket olması, birçok ilde ve metropollerde işyerlerinin bulunması hem lokal eylemleri kendi çeperinde toplama şansını yaratıyordu, hem de direnişin kendisi önemli sonuçlar doğurabilirdi. UPS bir kargo şirketidir. Sektör olarak mal ve hammadde transferi yapmaktadır. UPS’de gerçekleştirilecek etkin bir eylem, yani mal ve hammadde transferinin engellenmesi, 1997 ABD’de gerçekleşen UPS grevi ve Arjantin’de barikatçıların gerçekleştirdiği yol blokajları gibi yeni bir grev tarzını akla getiriyordu. Malın pazara ulaşmaması, değerin gerçekleşmesini engeller, hammaddenin fabrikaya ulaşmaması ise artı değer döngüsünü kıran bir içeriktedir. Bu da yeni bir grev tarzının ifadesidir. UPS direnişi böyle bir direniş haline getirilebilirdi. Halen getirilme şansına sahiptir aslında. Yeter ki bu direniş bir odak haline dönüştürülsün, etkin ve kitlesel şekilde sahiplenilsin.
ÇEL-MER fabrika işgali de 2010 yılının en önemli eylemlerinden biri oldu. İşgalin bütün aşamalarında taban örgütlenmesi rol oynadı. Taban örgütlenmesiyle sınıfın kolektif aksiyonu açığa çıktı. Ama ne var ki ÇEL-MER yeni ÇEL-MER’lerle bütünleşmedi. Bunun temel nedeni işgalin mahiyetinin, özellikle devrimci güçler tarafından anlaşılmamasıdır. ÇEL-MER basit ve aktüel bir eylem olarak ele alınmıştır ve ÇEL-MER’in yarattığı anti-kapitalist bilincin önemi kavranmamıştır.
Akdeniz Çivi’de yaşanan pratik de 2010 yılında gerçekleşen işgallerden biriydi. Burjuvazinin restorasyon politikası içinde yer alan elitizmden popülizme geçişin konusu olan CHP’nin işgali, sınıfın manevra kabiliyetini ve teşhir politikasını simgeledi. Aynı yoldan Buca Belediyesi’nde çalışan taşeron işçileri de yürüdü.
2011 yılında işçi sınıfına “Torba Yasası”, “Ulusal İstihdam Stratejisi” gibi saldırılarla karşı devrimci politikalar dayatılmaktadır. Bu politikalar özünde sistematik güvencesizleştirmeyi ve esnekleştirmeyi içermektedir. Yeni çalışma rejiminin özü köle işçilik ve beleş ücrettir. Bu rejimin bir başka adı da Çin ve Vietnam çalışma rejimidir.
İşçi sınıfının finans kapitalin bu açık saldırısına karşı ayağa kalkmaktan başka çaresi yoktur. Özellikle 2011 1 Mayıs'ı bu anlamda milyonların kolektif öfkesinin dışavurumu olmalıdır. Her direniş, her eylem sınıfsal kinin ve öfkenin biriktiği ve örgütlendiği alana dönüşmelidir.
Haziran ayında gerçekleştirilecek genel seçimler önümüzdeki döneme ışık tutacaktır. Bu seçimlerde AKP’nin başarısı siyasal İslam’ın pasif devriminin önemli bir adımıdır. Bir yandan “cemaatçi ve hayırsever kapitalizm” inşa edilirken, öte yandan sınıfa Çin çalışma rejiminin dayatılması kaçınılmazdır. Burjuva restorasyonuna uygun olarak Kürt sorununda tırnak içindeki çözüm de 2011 yılına damgasını vuracak gelişmelerden biridir.
Seçimler sonrasında ve olası mali kriz senkronizasyonuna bağlı olarak işçi sınıfına yönelik topyekûn saldırıların (toplu tensikat, işten atılma, işyeri kapatma, sendikal örgütlenmelerin engellenmesi, ücretlerin düşürülmesi, sosyal hak gaspları, toplusözleşme sisteminin fiilen işlevsizleştirilmesi, kiralık işçilik, asgari ücretin esnekleştirilmesi ve bölgeselleştirilmesi, taşeronluğun yaygınlaştırılması, radikal özelleştirmeler, kıdem ve ihbar tazminatının gaspı, esnek çalışma düzeni vs.) gerçekleşmesi kaçınılmazdır. Bu bir yanıyla da lokal direnişlerin yaygınlaşmasına neden olacaktır. Özellikle 2010 yılındaki gibi metal sektörünün öne çıkması olasıdır. Ayrıca kıta Avrupası’ndaki mali krizin sarsıcı etkilerine bağlı olarak T.C.’nin gireceği bir kriz süreci büyük yıkımlara yol açabilir. Bazı illerde ve havzalarda önemli gelişmeler ortaya çıkabilir. Örneğin Bursa’da Renault ve Fiat’da yaşanacak bir kriz bir kent grevinin önünü açacak niteliktedir. Benzer şekilde Manisa’da Vestel’in iflas olasılığı, organize sanayide çalışan 35-40 bin işçinin işsiz kalması demektir. Crysler’in, General Motor’un iflas ettiği koşullarda Renault’un ve Fiat’ın iflası da olasıdır. En azından büyük tensikatların yaşanması muhtemeldir. Bu örnekler kent grevlerinin potansiyelini göstermektedir. Bugün en fazla bir çıkarsama içeriğindeki bu vurgu, mali kriz sarmalına girmiş Türkiye kapitalizmi için çıplak bir gerçeğe dönüşebilir. Benzer gelişmelerin birçok işçi havzasında yaşanma olasılığı yüksektir.
Özellikle 2011 ve sonraki birkaç yıl Türkiye açısından da çok kritik yıllar olacaktır. İşçi sınıfı bu sürece ancak devrimci enerjisini açığa çıkararak cevap verebilir. Bunun için başlıca görev, taban örgütlenmelerinin sınıfın en geniş kesiminde yaygınlaştırılmasıdır. Çünkü taban örgütlenmeleri sınıfı ontolojisinden kavrayarak, devrimci kimyasını açığa çıkaran, onun birleşik ve bağımsız gücünü şekillendiren en temel örgütlenmedir. Sınıfın öz örgütlenmesidir.
İçinde yaşadığımız tarihsel momentum Akdeniz havzasında muazzam olanakları açığa çıkartmaktadır. Akdeniz havzasının hemen yanı başında Anadolu toprakları bulunmaktadır. Bu topraklarda da sınıfsal enerjinin açığa çıkması demek yeni bir tarihsel diyalektiğin başlangıcı anlamını taşır. Kapitalizmin yapısal krizi sınıfsal antagonizmayı keskinleştirdiği ölçüde her alan, her atölye, her havza, her fabrika infilak etmeye hazırdır. Çünkü buralarda olağanüstü derecede sınıfsal öfke ve kin birikmektedir. Bu öfke ve kini örgütleyecek sınıfın temel aracı taban örgütlenmeleridir. İnfilakın fitili taban örgütlenmeleri aracılığıyla ateşlenebilir. Olası yaygınlaşabilecek lokal direnişler taban örgütlenmeleri aracılığıyla koordine edilebilir. Sınıfın birleşik ve bağımsız gücü taban örgütlenmeleriyle şekillenebilir.
Ayrıca sınıflar mücadelesinin iç zenginliği son derece önemli bir şansı da beraberinde getirmiştir. Bugün Marmaray, UPS, İzmir taşeron işçileri, Mersin liman işçileri ve TEKEL direnişlerinde Kürt kökenli işçilerin önemli rol oynadığını gördük. Bu pratikler Kürt sorununun bugün geldiği boyut itibariyle yeni bir evreyi işaretlemektedir. Ulusal enerjiyle sınıfsal enerji bu pratiklerde birleşmiş ve sınıf mücadelesi güç kazanmıştır. Demografik yapıdaki değişim artık İstanbul’un, Diyarbakır’ın ve Erbil’in yerine en büyük Kürt kenti olduğunu, ayrıca Bursa, Ankara, İzmir, Mersin, İzmit, Antalya, Adana’nın da yeni Kürt kentleri olduğunu ortaya koymaktadır. Artık bu alanlar sınıfsal enerjiyle ulusal enerjinin yeni birleşim alanlarıdır. İnfilakı hazırlayan potansiyellerdir. Yani Akdeniz havzası gibi, yaşanan yüksek konjonktür döneminde Anadolu topraklarında da önemli gelişmeler ortaya çıkabilir.
Sınıf çalışmalarını bu perspektifle ele almak zorundayız. Sınıfın yıkıcı gücünü açığa çıkaracak ve onun yıkıcı politikasını, yani Marksizm'i toplumsal maddi bir güce çevirecek sürecin içindeyiz. Bunu yaptığımız oranda varlığımızın anlamı vardır. Bunu yaptığımız oranda gerçek sınıf devrimcisiyiz.

1980 Tariş Direnişi: Faşizme karşı ileri! - Volkan Yaraşır

1980 Tariş Direnişi: Faşizme karşı ileri! - Volkan Yaraşır


Türkiye kapitalizmi 1980 yılına derinleşen bir krizle girdi. Tekelci burjuvazi krizi aşmak için iç savaş politikaları izliyordu. Terörize bir ortam yaratılmış, toplum istenen psikolojik ortama sokulmuştu.
Geniş toplum kesimleri, nasıl olursa olsun can ve mal güvenliğini sağlayacak güçlü bir devlet otoritesine rıza gösterecek bir haldeydi. Askeri bir darbe “kurtuluş” olarak görülmeye başlanmıştı.
13 Aralık 1979’da Selimiye Kışlası’nda bir araya gelen generaller, gerekli ortamın tam olgunlaşmadığını düşünerek, müdahaleden önce bir uyarı mektubunu-muhtırayı kaleme aldılar. Muhtıra,  gerekli mercilere iletilmek için 27 Aralık’ta, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e verildi.
Muhtıra, bir anlamda 12 Eylül müdahalesinin bir ön hazırlığı niteliğini taşımaktaydı. Genelkurmay Başkanı bu ön hazırlıkların tamamlanmasını sağlamak ve nabız ölçmek amacıyla, 15 Şubat’la 16 Mayıs 1980 tarihleri arasında bütün ordu ve kolorduları dolaştı.
Bu dönemde ekonomi tam bir tıkanma noktasındaydı. Dışa bağlı ekonominin yapısal özelliklerinden kaynaklanan ekonomik kriz iyice derinleşmekteydi. Hiper enflasyon ve pahalılık, yolsuzluklar ve karaborsa günlük hayatın bir parçası haline gelmişti, yaşanan döviz darboğazı ekonomiyi işlemez bir duruma sokmuştu.
IMF ve Dünya Bankası, Türkiye’nin ihracata yönelik bir ekonomi modeline yönelmesini dayatmaktaydı. 24 Ocak 1980 tarihinde Demirel hükümeti, IMF ve tekelci burjuvazinin “önerileri” doğrultusunda ünlü 24 Ocak Kararları’nı aldı.
Bu kararlar doğrultusunda yüzde 49 devalüasyon yapıldı ve Dolar 70 TL oldu. Bu uygulamayı temel gıda ve tüketim maddeleri yanında, petrol ürünlerine, kömüre, demir-çelik ürünlerine, çimentoya, kağıda yapılan yüksek oranları zamlar izledi.
Alınan kararlarla, en başta dış kredi musluklarının açılması ve ekonominin canlandırılması hedefleniyordu. İç talebin kısıtlandığı, halkın alım gücünün düştüğü ortamda yeni önlemlerle ekonomi ihracata yönlendirilecek ve bu suretle Türkiye dış borçlarını faizleriyle birlikte ödeyebilir hale gelecekti. Egemen çevrelerin bu programı hayata geçirmelerinin “normal” bir parlamenter rejimde mümkün olmadığı herkes tarafından kabul edilmekteydi.
Bu program ancak bir faşist diktatörlükle hayata geçirilebilirdi. Latin Amerika ülkelerinde yaşanan deneyimler bu sürece tipik bir örnek oluşturmaktaydı.
Bülent Ecevit, 24 Ocak Kararları’na karşı çıkarken şu sözleri sarf etmekteydi; “Şimdi izlenmekte olan ekonomik ve sosyal politikalar bir dikta rejimi oturmadan uygulanamaz.”
Programın özü kısaca şuydu: İşçi ücretlerinin sınırlandırılması, tarım ürünleri fiyatlarının, memurların ve tüm çalışan kesimlerin gelirlerinin düşük tutulması, yüksek oranlı seri zamlar yapılarak, halkın tükettiği bütün malların pahalılandırılması…
Bütün bunların yapılabilmesi, başta sendikaların kapatılması, işçi sınıfının ve emekçi halkın çıkarlarını savunan tüm güçlerin tasfiye edilmesi ve halkın yoğun bir baskı altında tutulmasıyla olanaklıydı.
Adımlar da bu doğrultuda atıldı. 24 Ocak Kararları, 12 Eylül’e giden süreci hızlandırdı. 24 Ocak Kararları askeri darbeyi zorunlu kılan bir içerik taşımaktaydı.
Demirel Hükümeti, bu durum karşısında askeri darbeyi “gerektirmeyecek” bir politika izlemeye başladı. Bir askeri darbenin gerçekleştireceği politikalar Demirel Hükümeti tarafından yürütülmeye çalışıldı. Toplumsal muhalefetin bastırılması için ancak askeri faşist diktatörlükler altında yürütülebilecek operasyonlar, “anarşiyi önleme” adına yapılmaya başlandı.
Demirel’in bu politikalarının ilk örneği 1980 yılı başlarında, Tariş’te yaşandı.
Tariş, Ege bölgesinde 80 bin üreticinin ortak olduğu ve ülkenin tarımsal ürünlerinin değerlendirilmesinde önemli bir yer tutan ve 11 bin kadar işçinin çalıştığı fabrikalardan oluşmaktaydı.
Bir kooperatif olan Tariş’in yönetim kurulları, kağıt üzerinde, üretici ortaklar tarafından belirlenmekteydi. Fakat yönetim kurulunu seçen asıl güç, büyük toprak sahipleri ve kooperatifin büyük hissedarlarıydı.
Kooperatife bağlı fabrika müdürleri, genel müdür ve diğer bürokratlar, bakanlıklar tarafından atanmaktaydı. Tariş bu görünümüyle (bütün birliklerde -Çukobirlik, Ant, Trakyabirlik, Fiskobirlik- olduğu gibi) yarı-resmi bir kuruluş özelliği taşımaktaydı. Bu özelliğinden dolayı, siyasi iktidarların her zaman üzerinde projeler geliştirdiği bir alan oldu. Siyasi iktidarlar bu kuruluşa politik olarak yaklaştı.
Milliyetçi Cephe-MC hükümetleri döneminde, Tariş işçisi üzerinden yoğun baskı kurulmuş, yüzlerce işçi işten atılmıştı. Bu işçilerin yerlerini ağırlıkta, MC hükümetlerinde yer alan partilerin taraftarları yerleştirilmişti. Özellikle 1975-1977 arasında işe alınanların büyük çoğunluğu MHP kökenli işçilerdi. MC hükümetleri döneminde Tariş işletmeleri, bir iflasın eşiğine gelmişti.
Ancak 1977 yılında MC’nin iktidardan düşmesinden sonra, işçilerin mücadelesi ve büyük fedakarlıkları sonucu Tariş yeniden normal bir işletme haline dönüşmüş, üretim en yüksek düzeye ulaşmıştı.
Demirel’in yeni bir MC niteliğindeki hükümeti başa gelince, Tariş’e yönelik tasfiye ve baskı politikaları yeniden gündeme sokuldu.
Önce yazılı ve görsel basında (TRT 1’de) Tariş’in “anarşi yuvası” olarak gösteren yoğun bir dezenformasyon kampanyası başlatıldı, ardından Tariş’te çalışan işçiler işlerinden atılmak istendi. Fakat binlerce Tariş işçisi, hükümetin bu politikalarına karşı tepki gösterdi ve direndi.
Güvenlik güçleri, 22 Ocak sabahı, “arama yapmak” bahanesiyle Tariş’in tüm işletmelerine girdiler. İşçiler, güvenlik güçlerinin operasyonlarına karşı direnişe geçtiler. Çiğli İplik Fabrikası, Zeytinyağı Kombinası ve Üzüm İşletmeleri’nde işçilerle polis arasında çatışma yaşandı. İşçiler, kendilerini silah, cop, panzer ve kariyerlere karşı iğlerle, masuralarla korumaya çalıştılar. Olaylarda 5 işçi, bir polis yaralandı, 100 işçi gözaltına alındı.
Olay kısa sürdü. Ama yankısı kısa sürede İzmir’in bütününde duyuldu. Özellikle Tariş işçilerinin oturduğu Çimentepe, Gültepe gibi gecekondu bölgelerinde halk işçileri desteklemek için sokakları doldurdu. Ege Üniversitesi öğrencileri, üniversiteyi işgal ederek, Tariş direnişini desteklediler. Öğrencilerle polis arasında çıkan çatışmada 60’tan fazla öğrenci ve 7 polis yaralandı.
23 Ocak’taki bu eylemleri, 24 Ocak’ta İstanbul ve diğer illerdeki yüksek okullarda yapılan protesto eylemleri izledi.
24 Ocak’ta DİSK, İzmirli işçilerin Tariş işçileriyle dayanışmalarını göstermek ve Tariş işçileri üzerindeki baskıları protesto etmek amacıyla iki saatlik iş bırakma eylemi yaptı. Eyleme, İzmir’in bütün işyerlerindeki işçiler katıldı.
26 Ocak’ta DİSK, Tariş işçilerinin direnişini desteklemek amacıyla, İzmir’de bir miting düzenledi. Kitlesel bir katılımla gerçekleşen mitingde DİSK Genel Başkanı Abdullah Baştürk yaptığı konuşmada şunları söyledi:
“Bugün ülkede 5 milyona yakın işsiz var. İşsizliğin gırtlağımızı sıktığı, böylesine yaygın olduğu bir ortamda eski MC’lerin devamı yeni hükümet, Kooperatif Birlikleri’nde ve KİT’lerde çalışan işçilere karşı korkunç bir saldırıya geçti. Tekel’de, Fiskobirlik’te, Çukobirlik’te, Antbirlik’te ve Tariş’te her türlü kışkırtmaya girişerek planladıkları büyük işçi kıyımını gerçekleştirmek istiyor. Salı günü Tariş’e bağlı işyerleri savaş yöntemleriyle basılmıştır. İşçiler süngü ve coplarla dağıtılmak istenmiş. İşyerleri işgal edilmeye çalışılmıştır.
‘Anarşi ve teröre karşı’ mücadele bahanesiyle Demirel iktidarı işyerlerinde anarşi ve terörü yaratmıştır.
Amaçları bellidir. Bu işyerlerine yine faşist militanları dolduracaklardır. İşçiler bu faşist militanların baskısıyla yılgınlığa ve sömürüye boyun eğmeye itilmek istenecektir.”
Tariş işçisi, 22 Ocak günü başlattığı direnişi bir süre sonra kendiliğinden kaldırdı. Tüm işletmelerde üretim yeniden başladı.
Fakat saldırı dalgası durmamıştı. Tariş Genel Müdürlüğü gazetelere 6 Şubat 1980’de paralı ilan vererek, fabrikaların bir hafta süreyle kapatılacağını ve hasar tespiti yapılacağını, işletmenin bütün işçilerin işine son verme hakkının doğduğunu, fabrikalar yeniden açıldığında direnişe katılmayanların yeniden işe başlayabileceğini açıkladı. 7 Şubat günü 3 bine yakın işçinin işine son verildi ve polis aynı gün tekrar operasyona başladı. Bazı işletmeler polis tarafından boşaltıldı. Alsancak’taki üzüm işletmesinin boşaltılması sırasında polisle işçiler arasında çatışma çıktı. Gaz dökerek caddeyi ateşe veren işçilerden 600’ü gözaltına alındı. Çatışmada 50 işçi yaralandı. Gözaltına alınan işçiler Atatürk Stadyumu’na götürüldü.
8 Şubat 1980’de, güvenlik güçleri iplik fabrikasındaki direnişi kırmak için fabrikanın bulunduğu bölgeye yöneldi. Güvenlik güçleri fabrikaya varmadan, Çiğli, Çimentepe, Maraş mahalleleri gecekondu halkının oluşturduğu barikatlarla karşılaştı. Güvenlik güçleri bu barikatı aşamadı. Tariş işçisi, İzmir’in Gültepe, Altındağ ve diğer gecekondu halkı tarafından desteklendi. Halk sokaklarda protesto gösterisi yaparken, kentte esnaf yaygın bir şekilde kepenk kapama eylemine başladı. Özellikle Gültepe’de ve şehrin birkaç gecekondu bölgesinde polisle çatışmalar çıktı. Gültepe’de 400 içi gözaltına alındı.
Aynı gün, İzmir’de DİSK’e bağlı sendikalara üye 55 bin işçi bir günlük iş bırakma eylemi yaptı. Bankalar, fabrikalar, belediye otobüsleri çalışmadı.
7 Şubat’ta polis tarafından boşaltılan Yağ Kombinası ve Bornova’daki 2 no’lu Üzüm İşletmesi işçiler tarafından yeniden işgal edildi. Polis işgale hemen müdahale etti. Polisle işçiler arasında çıkan çatışma sonucunda 3 kişi yaralandı. Polis zorla fabrikaları yeniden boşalttı.
Olaylar 9 Şubat’ta da sürdü. Bu arada işten çıkarılan işçilerin sayısı 5 bine ulaşmıştı.
10 Şubat’ta Çiğli İplik Fabrikası’ndaki direnişi kırmaya giden güvenlik güçleri, Çimentepe halkının direnişiyle karşılaştı. Polisle halk arasında silahlı çatışma çıktı.
Bu olayın ardından polis Çiğli’nin gecekondu mahallesine operasyon düzenledi. Çiğli’de halk barikatlar kurarak direndi. Polis, binin üzerinde jandarma gücüyle takviye edilerek, yeniden müdahale etti. Halkla güvenlik güçleri arasında çatışma çıktı. Barikatları aşan polis, Çimentepe gecekondu mahallesine büyük bir operasyon düzenledi. Mahalledeki bütün evler arandı. 500 kişi gözaltına alındı.
Polis, Çiğli pamuk depolarına ulaşarak, işçiler tarafından burada kurulan barikatları dağıttı. İşçileri fabrikadan zorla çıkardı. Çiğli’de bu olaylar devam ederken, İzmir’in çeşitli yerlerinde ve özellikle Gültepe’de Tariş işçilerinin direnişini destekleyen eylemler yapıldı. Gültepe’de polisle halk arasında silahlı çatışma çıktı.
Olaylar 11 Şubat’ta da devam etti. İzmir’in çeşitli yerlerinde Tariş direnişini destekleyen gösteriler yapıldı. Destek eylemleri Türkiye çapına yayıldı. İşçi sınıfı, öğrenci gençlik, demokratik kitle örgütleri Tariş işçilerini destekleyen ve güvenlik güçlerinin operasyonlarını kınayan protesto gösterileri gerçekleştirdiler.
13 Şubat’ta Tariş işletmelerinin bazı bölümleri, polis gözetiminde açıldı. Fakat işçilerin büyük bir kısmı işbaşı yapmadı.
14 Şubat’ta Çiğli İplik Fabrikası’nda devam eden işgalin kırılması amacıyla, güvenlik güçleri büyük bir operasyona girişti. Operasyona 10 bin jandarma komandosu ve piyadenin yanında binlerce polis katıldı. Çiğli İplik Fabrikası’ndaki işgalci işçilere karşı, panzer, kariyer, helikopter ve keşif uçakları kullanıldı.
Operasyon saat 11’de başladı. Polis 15 dakika süren çatışma sonucunda panzerlerle kapıları kırarak fabrika bahçesine girdi. Polisin işgali bitirilmesi yönündeki çağrısı sonucu bin kadar işçi fabrikadan çıkarak teslim oldu. Bir kısım işçi direnişe devam etti. Fabrikaya ikinci operasyon öğleden sonra yapıldı. Polis panzerler ve zırhlı araçlarla fabrikanın içine girmeye çalıştı. İşçiler bu saldırı karşısında pamuk balyalarıyla oluşturdukları barikatı ateşe verdiler. Bir saat süren direniş sonucunda polis sonuna kadar direnen 500’ün biraz üzerindeki işçiyi etkisiz hale getirerek, gözaltına aldı. Gözaltına alınan işçilerin sayısı 1500’e ulaştı. Bu işçiler Karşıyaka Spor Salonu’na götürüldü.
Fabrikaların boşaltılmasının ardından Çiğli ve Çimentepe gecekondu mahallelerinde polisle silahlı çatışmalar çıktı. İzmir’in birçok semtinde de polisle çatışma yaşandı.
Aynı gün DİSK’e bağlı sendikalar iki günlük greve çıkarak, Tariş olaylarını protesto edip, Tariş işçilerinin yanında olduklarını gösterdiler. Grev, süre dolmadan 15 Şubat günü öğlen saatinde bitirildi. Bu dayanışma grevine tahmini olarak çeşitli sektörlerde çalışan 50 bin işçi katıldı.
15 Şubat’ta, polis, çevresi barikatlarla örülmüş Çimentepe’yi kuşattı. Polisin barikatları aşma girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. Çıkan çatışmada yaralanmalar oldu. Halk Çimentepe’nin bütün sokaklarında barikatlar kurdu. Polis, ancak jandarmadan aldığı destekle barikatları aşarak mahalleye girebildi. Çimentepe’de bütün evler arandı, çok sayıda kişi gözaltına alındı.
Aynı günün akşamında polis Gültepe’ye yönelik gece baskını yaptı. Resmi güçlerle koordineli hareket eden sivil faşistlerin saldırıları sonucu bir öğretmen yaşamını yitirirken, iki kişi yaralandı.
16 Şubat’ta polis Gültepe’ye girmeye çalıştı. Çıkan silahlı çatışmada 3 polis öldü, 17 polis, iki er ve halktan 100 kişi yaralandı. 17 Şubat’ta saatlerce süren operasyon sonucunda polis Gültepe’de denetimi sağlayabildi. Gültepe’de bütün evler arandı. 700 kişi gözaltına alındı.
18 Şubat’ta Pamukyağı Kombinası ile1 ve 2 no’lu üzüm işletmeleri güvenlik güçlerinin gözetiminde açıldı.
1 no’lu üzüm ve pamuk işletmelerine daha önce çalışan hiçbir işçi alınmadı, MHP eğilimli 800 işçi işbaşı yaptı. 2 no’lu üzüm işletmesinde ve incir, alkol ve kolonya işletmelerinde üretim yapılmadı.
Eylemlere katılmayan işçilerin işe alınacağı açıklansa da, bu işçilerin bir kısmı ve raporlu 300 işçi işten atıldı. 1200 işçi ve memur, kooperatiflere atandı. İşlerine son verilen işçilerin hiçbirine tazminat ödenmedi.
Olaylardan sonra, Tariş Genel Müdürlüğü tarafından kara listeler hazırlandı. Listeler özel sektördeki işyerlerine gönderildi. Böylece işten atılan işçilerin özel sektörde iş bulmasının önüne geçilmek istendi.
20 Şubat’ta Tariş’te üretime yeniden başlandı. Olaylardan sonra işçilerin çoğunluğunun işlerine son verildi. Bu işçilerin yerlerine MHP eğilimli kişiler yerleştirildi. İşçiler aleyhine açılan davada 135 işçiye direnişe katıldıkları gerekçesiyle 25’er ay ceza verildi.
Tariş Direnişi, Türkiye işçi hareketinin en önemli işçi eylemlerinden biri olarak tarihteki yerini aldı.
Eylemin uzun süreli olması ve devlet güçleriyle açık çatışmalarla geçmesi, sınıfın giderek radikalleştiğini ve siyasallaştığını ortaya koymaktaydı.
Tariş direnişinin önemli özelliklerinden biri de eyleme tüm anti-faşist güçlerin katılmasıydı. Eylem gecekondu halkı, öğrenci gençlik, diğer sektörlerde çalışan işçiler ve bütün devrimci güçler tarafından aktif olarak desteklendi. Eylemin lokal düzeyde kalmayarak, İzmir çapında yayılması ve yaşam alanlarıyla çalışma alanlarında koordineli bir direniş hattının örülmesi, Tariş Direnişi’nin dünden bugüne taşıdığı önemli birikimler oldu.
Tariş Direnişi, Türkiye işçi sınıfının özellikle 1968-1969 yıllarındaki fabrika işgal eylemleriyle başlayan, 15-16 Haziran genel direnişiyle zirveye ulaşan, düzenden kopma ve militan mücadele geleneğinin önemli örneklerinden biri olarak dikkat çekti. Hatta Tariş Direnişi, koşulların iyi değerlendirilmesi ve cüret edilmesine bağlı olarak bir genel ayaklanma örneği olabilirdi. Direniş bu anlamıyla tarihsel bir fırsattı. Tariş Direnişi’nin bu yönünün açığa çıkması, Türkiye solunun işçi sınıfına, devrime ve sosyalizme bakışıyla yakından ilintiliydi. Direniş, bir genel ayaklanma provası olabilirdi, yine de yenilgi yaşanabilirdi, ama Samuel Backett'in* dediği gibi, denerdik ve daha iyi yenilmiş olurduk. Böylesi bir süreç 12 Eylül faşizmine karşı mücadelenin de seyrini değiştirebilirdi. Tariş Direnişi’nin bu yönü, ayrıca düşünmeye değerdir. 
“Denedik, hep yenildik. Olsun, yine dene. Yine yenil daha iyi yenil” sözüyle bilinen İrlandalı romanöykütiyatro oyunu yazarı.

1905 Devrimi ve Sovyetler - Volkan Yaraşır

1905 Devrimi ve Sovyetler - Volkan Yaraşır


Paris Komünü’nün ilk örneği 20. yüzyılın başında Rusya’da yaşandı. 1905’te kurulan Sovyetler, Paris işçilerinin yükselttiği özgürlük ve eşitlik bayrağını Rus topraklarına taşıdı.
1896 ve 1897’de başta Petersburg, Moskova ve diğer bazı sanayi merkezlerinde yaşanan grevlerde doğan işçi örgütlenmeleri Sovyetler'in ilk öncülü oldu.

Bu grevler kendiliğindenci bir karakterde doğdu. Grevlerin yayılmasıyla bir dizi işçi örgütlenmesi ortaya çıktı.

Grev kasaları ya da Grev Komiteleri bu yapılardan biriydi. Grev Komiteleri, 1890’lı yılların başında Rusya’nın batı bölgelerinde Yahudi işçiler tarafından oluşturuldu. Bund’un* temelleri de bu komiteler aracılığıyla atıldı. 1896-1897 kitle grevlerinde Grev Komitelerinin Merkezi Rusya’da yeniden ortaya çıktığı görüldü. İlk başlarda misyonları grevlerdeki işçiler için fon oluşturmakla sınırlıydı. Daha sonra grevleri yöneten odaklara dönüştüler. Faaliyetlerini illegal olarak yürütmekteydiler. Komiteler en diri ve en mücadeleci işçiler tarafından oluşturuldu. Bu yönleri devrimci siyasal gruplarla işçi yığınları arasında volan kayışı işlevi görmelerini de sağladı. Otokrasinin tüm baskısına rağmen Grev Kasaları ve Grev Komiteleri varlıklarını korudu ve 1905’ten sonra kurulacak sendikalara temel oluşturdu.

Dayanışma Kasaları ya da karşılıklı dayanışma dernekleri yasal örgütlenmelerdi ve gizli polisin denetimi altındaydılar. Grevlere ya da grevdeki işçilere hiçbir maddi yardımda bulunmadılar ve giderek işlevsizleştiler.

Ayrıca 1880-1890’lı yıllardaki ilk grevlerde, kendilerini temsil edecek hiçbir yapıya sahip olmayan işçiler, aralarından temsilciler seçti. Bu seçilen temsilciler işçilerin taleplerini fabrika yöneticilerine ve resmi mercilere ileten örgütlenmelerdi. 1896-97’de kitle grevlerinde de benzer bir gelişme yaşandı. 1901 Mayısı’ndan sonra Petersburg’ta işçi temsilcileri oluşumu daha da yaygınlaştı. İşçi Temsilcileri sürekli baskı görmelerine, gözaltına alınmalarına, tutuklanmalarına rağmen varlıklarını koruyabildi. Hatta giderek daha radikal işçiler, temsilci olarak seçilmeye başlandı.

1900’lere girilmesiyle işçi eylemleri ve direnişleri yayıldı. Ekonomik taleplerin yanında siyasi talepler de ileri sürülüyordu. Bu gelişmede işçiler arasında faaliyet yürüten devrimci ajitatörlerin büyük rolü oldu. Devrimci güçlerle işçi hareketinin kaynaşması karşısında Çarlık hükümeti hızla önlem alma ihtiyacı duydu.1903’te işçi-işveren ilişkilerini düzenleyen bir yasa çıkarıldı. Yasaya göre fabrikalarda işçiler arasından seçilecek temsilcilerle, adına Yaşlılar Kurulu denilen bir örgütlenmeye gidildi. Yasa temsilcilere bir iş güvencesi getirmiyordu. İşverenin keyfi uygulamalarına açık bir mevzuattı. Ayrıca vali tarafından temsilciler görevden alınabilmekteydi.

İşçi hareketi ile sosyalist gruplar giderek bütünleşmeye başlamıştı. Her grev, direniş ve gösteri işçilerle devrimcileri kaynaştırıyordu. Çarlık hükümeti bu durum karşısında tedirgin oldu. Yeni bir yönteme başvurarak işçi sınıfı ve devrimciler arasında oluşmaya başlayan bağı koparmak istedi. Daha önce yaptığı provokasyon ve pogromlarla (Yahudi kıyımı) hedef şaşırtabiliyor, korkuyu yayabiliyor, halk arasında şoven duyguları körükleyebiliyordu. Çarlık, yeni bir stratejiyle toplumsal mücadeleyi felç etmek istedi.

Zubatovizm ya da polis sosyalizmi olarak anılan bu girişim Okhrana’nın (gizli polis) Moskova şubesi şefi Zubatov’un fikriydi. Amaç işçilerin mücadelesini, ekonomik mücadele içine hapsetmek ve işçileri siyasal mücadeleden kopartmaktı.

Zubatov 1901’de Moskova’da Metal İşçileri Yardımlaşma Derneği’ni kurdu. Yardımlaşma dernekleri kısa sürede önemli sanayi merkezlerine yayıldı. Derneklere üye sayısı iki yıllık bir zamanda 50 bin kişiye ulaştı.

Sosyalistler bir taraftan derneklerin niteliğini anlatıp, eleştirirken öte taraftan bu yapılar içinde örgütlenmeyi de ihmal etmiyorlardı. Yardımlaşma derneklerinin giderek politikleşmesi üzerine Zubatovist oluşumlar, Çarlık hükümeti tarafından tasfiye edildi.

1905’e doğru Çarlık Rusya’sında toplumsal gerilim giderek artmaktaydı. İşçi hareketi gelişirken, “halklar hapishanesi” olarak görülen Rusya’da farklı uluslar ayaktaydı. Köylülerin toprak talepleri yükselmişti. Rus-Japon savaşında Rusya’nın durumu kötüleşiyordu. Bu gelişmeler rejime karşı muhalefeti artırıyordu. Rejim her şeye karşın hiçbir yeniliğe sıcak bakmıyor ve giderek içine kapanıyordu. Ülkede siyasal bir kriz olgunlaşıyordu. Bu krizin patlaması için bir kıvılcım yeterli olacaktı.
Kanlı Pazar

Zubatovcu sendikacılıktan sonra, Petersburg’ta “hayırsever” bir din adamı görünümünde, eksantrik bir kişilik olan ve daha sonra Okhrana’yla çalıştığı ortaya çıkan Papaz Gapon devreye girdi. Gapon’un başında bulunduğu bir işçi derneği kuruldu. 1904’ün sonuna doğru bu derneklerin sayısı 11’e ulaştı. Her derneğin 23 bin civarında üyesi vardı.

1904 Aralık ayında Petersburg’taki Putilov Fabrikası'nda 4 işçi Gapon’un derneğine üye oldukları için işten atıldı. 3 Ocak 1905’te atılanların geri alınması için işçiler greve başladı. İşçiler yardım istemek için Gapon’un derneğine başvurdu. Yapılan toplantılar sonucunda işverene verilecek bir talepler listesi oluşturuldu. Talepler kısaca şöyleydi: Atılan işçilerin işe geri dönmesi, 8 saatlik işgünü, asgari ücretlerin yeniden belirlenmesi, sağlık önlemelerinin alınması.

Yapılan toplantılarda sosyalistler de etkin olmaya başladı. Özellikle Menşevikler öne çıkmıştı. Talepler listesi Gapon’un muhalefetine rağmen değiştirildi ve siyasal içerik kazandırıldı. İşçilerin toplanma özgürlüğü, köylülere toprak verilmesi, basın özgürlüğü, Rus-Japon savaşına son verilmesi, kurucu meclisin toplanması gibi siyasal talepler listeye eklendi. 135 bin kişi talepler listesini imzaladı.

9 Ocak 1905’te Gapon ve işçiler ellerinde kutsal resimlerle ve çarın portreleriyle Kışlık Saraya doğru yürümeye başladı. Kitlenin sayısı 200 bine ulaşmıştı. Ordu birlikleri yürüyüşçülere dağılmalarını söyledi.

Göstericiler dağılmadı. Açılan ateş sonucunda binlerce kadın, erkek ve çocuk katledildi.

Kanlı Pazar, Rus halkı üzerine inanılmaz bir etki yarattı. Toplumsal muhalefet güçlendi. Kanlı Pazar “Küçük Baba” olarak görülen çar efsanesinin sonunu getirdi.

Özellikle işçi hareketi giderek yükseldi. Köylü hareketi gelişti. Yoksul, yarı toprak kölesi milyonlar öfkeyle ayağa kalktı. Ağustos ayında kurulan Köylü Birliği, Rus köylüsünün ilk siyasal örgütü oldu.

İşçi sınıfının Ocak-Şubat ayında gerçekleştirdiği grevlere katılım sayısı 150 bine ulaştı. Son on yılın en büyük grev dalgası yaşanıyordu. Kafkasya’da, Polonya’da, Batlık Kıyıları'nda işçi hareketi ve ezilen ulusların talepleri birleşerek siyasallaşıyordu.

Ocak-Şubat grevleri bir dizi işçi örgütlenmesi yarattı. Dalgasal bir şekilde gelişen ve yayılan grevlere hiçbir siyasal yapılanma ve oluşum müdahale edemedi ve yönlendirme olanağı bulamadı. İşçi hareketinin dalgasal yükselişi karşısında bütün siyasi oluşumlar atıl kalmıştı. Bu kendiliğindenci yükseliş beraberinde yine aynı özelliklere sahip bir dizi (Temsilciler Meclisi, İşçi Komisyonu, Grev Komitesi gibi) işçi örgütlenmesi yarattı.

Bu örgütlenmeler geçici karakterdeydi. Grev anlarında doğuyor, çalışma ve yaşam koşullarının düzeltilmesini hedefliyorlardı.

1905’in ilk Sovyet’i Rusya’nın Manchester’i olarak kabul edilen, tekstil sanayinin merkezlerinden biri olan İvanovo-Voznesensk’te kuruldu. Mayıs’ta başlayan 40 bin işçinin katıldığı grevde, işçiler 110 üyeli Sovyetler’in kurulduğunu ilan etti. Sovyet, Temmuz ayına kadar faaliyetlerini sürdürdü.

Ardından Kostroma’da 10 bin işçi greve çıktı ve Grevci Temsilciler Meclisi oluşturuldu. Bu iki örnek şehir çapında kurulan ve bütün işkollarını kapsayan Sovyetler’i temsil ediyordu. Eylül ayında Moskova’da matbaa işçileri grevinde Matbaa İşçileri Sovyeti kuruldu. Bu Sovyet oluşumu da işkolu bazında bir örgütlenmeyi ifade ediyordu.

Bu arada çarlık hükümeti, seçimlerin yapılması Duma’nın toplanması için bir kararname çıkardı. Japonya’yla Ağustos ayının sonunda barış anlaşması imzalandı. Bu gelişmeler görünürde istikrarlı bir tablo çizse de, Ekim ayında kendiliğinden başlayan genel grev, bir devrim dalgasının habercisi oldu.

12 Ekim’de bütün sanayi kentleri ve işçiler genel grevdeydi. Genel grevin en yüksek noktasında Petersburg İşçi Temsilcileri Sovyeti kuruldu. Sovyet, işçi hareketinin mücadele ve örgütlenme zenginliğinin muhteşem örneklerinden biri oldu. Sovyet, Rus devrim hareketinin kritik bir momentini işaretliyordu.

O günleri fiilen Sovyet çalışması içinde yer alan Voline şöyle anlatmaktadır: “Grevin başlamasında hiçbir siyasal partinin, hatta hiçbir grev komitesinin rolü bile olmadı. İşçiler kendi kendilerinin ‘şefi ’ olarak, gönüllü bir atılım içersinde fabrikaları ve şantiyeleri terk ettiler. Hareketi bir kenarından bile yakalama fırsatını bulamayan siyasi partiler tümüyle devre dışı kaldılar” (Voline, Rus Devrimleri; Babil Yay., 2000., s. 38.)
Sovyet genel grevle ortaya çıkan bir ihtiyaca cevap olarak doğmuştu. Başlangıçta Sovyet sınırlı bir görev ifa ediyordu. Birkaç gün içinde işçilerin genel siyasal temsilciliğini üstlenen bir örgüt mahiyeti kazandı. Hızla “işçi parlamentosuna” dönüştü. “Böyle bir dönüşüm ne önceden düşünülmüş ne de bilinçli önceden hissedilmişti” (Oskar Anweiler, Rusya’da Sovyetler; Ayrıntı Yay., 1990., s. 82)

Moskova Sovyeti, Petersburg Sovyeti’nden sonra kurulan en önemli Sovyet’ti. 180 bin işçiyi temsil ediyordu ve 1905 ayaklanmasının ana yapılarından biri olarak hareket edecekti.

Yıl boyunca Rusya’nın birçok şehrinde Sovyetler'in kurulması devam etti. Şehir sovyetlerinin dışında yaygın biçimde semt sovyetleri kuruldu. Örneğin Moskova ve Odessa’da şehir sovyeti, semt Sovyetleri'nin üzerinden şekillendi.

Şehir ve semt Sovyetleri arasından işlev ve işleyiş açısından hiçbir sorun çıkmadı. Doğal olarak kabul edilen işleyişe göre şehir sovyetleri genel ve politik sorunları çözüme bağlayacak kararlar aldı. Semt sovyetlerleri ise bu kararları yürürlüğe koyan bir misyonla hareket etti.

Sovyet toplantıları doğrudan demokrasinin somut pratikleri oldu. Son derece heyecanlı ve yoğun geçen bu toplantılar “sıradan” bir işçinin kolektif iradesini yansıtıyordu. Sovyetler faaliyetlerini örgütlü bir şekilde yürütmek için alt komisyonlar oluşturdu.
1905 Sovyetleri üzerine Lenin, özel olarak durdu 

Lenin, devrime ilişkin Menşevikler'in determinist yorumuna karşın volantirist bir yorum yapmaktaydı. Bu perspektif kendini Sovyet değerlendirmesinde de gösterdi. Lenin, Sovyetleri “bir ayaklanma organı”, “devrimci yeni iktidarın çekirdekleri” olarak görmesi, bu anlayışa paralel bir çözümlemeydi. Lenin, Menşevikler'in Sovyetleri devrimci özyönetim örgütlenmeleri olarak görmelerini sert bir dille reddetti. Lenin, ayaklanmanın başarıya ulaşması ve geçici devrim hükümetinin kurulmasıyla ancak devrimci özyönetim örgütlenmesinin (geçici devrim hükümetinin bu misyonu üstlenmesiyle) gerçekleşebileceğini ileri sürdü. Kısaca, devrimci özyönetimin ayaklanmanın başlangıcında değil, son bölümde kurulabileceğini vurguladı.

Lenin partinin yönetici rolüne özel önem veriyor ve bu rolün altını çiziyordu. Menşevikler için Sovyetler işçi-kitle partisinin gelişiminde vazgeçilmez önem taşıyorlardı. Bolşevikler ise Sovyetleri, iktidara yönelik mücadele içersinde taktik bir araç oldukları ölçüde önemli görüyorlardı.

Lenin 1905 Sovyetleri üzerine net açılımlar ve tanımlamalar yaptı. Fakat bütün bu açılımlara rağmen Sovyetlere yönelik kuramsal bir çerçeve ortaya konulmadı. Ağırlıkla Sovyetler üzerine yorumlar, politik ihtiyaçların gereği doğrultusunda yapıldı. 1906’da Petersburg Sovyeti’nin yıkılışından sonra Lenin daha ihtiyatlı bir tutum içine girdi. Sovyetleri siyaset dışı örgütlenme olarak değerlendirip, mesafeli yaklaştı. Lenin Sovyetler üzerine kuramsal açılımlarını asıl olarak 1917’de ifade etmeye başladı. 1905 tanımlamaları ve izahları bir anlamda 1917’deki kuramsal açılımların nüvesiydi.

Lenin 1907’de RSDİP’in 5. Kongresi’nde; partinin proleter kitleler içinde yeterli çalışma yapması ve yaygınlaşmasıyla Sovyet tipi örgütlenmenin gereksizleşeceğini açıkladı. Hatta bu tür örgütlenmelerin “anarko-sendikalizm” tehlikesini içinde barındırabileceğini ileri sürdü. Lenin 1905-1906 yıllarında önemle üzerinde durduğu ve işçi demokrasisinin organları olarak gördüğü Sovyetler’i 1907’de partinin kitleler üzerinde etkili olmak için kullandığı araçlar olarak değerlendirmeye başladı. (Oskar Anweiler, age., s. 127)

Lenin 1907-1916 yılları arasında bu düşüncelerini korudu. Az sayıda yaptığı Sovyetler üzerine açılımlarında, ‘ayaklanma örgütleri’, ‘devrimci iktidarın organları’ gibi tanımlamalarına devam etti. Kitle grevlerinin baş gösterdiği ve ayaklanmaların geliştiği ve başarı kazandığı dönemlerde Sovyet tipi kurumların yararlı olacağını belirtti.

Lenin, Nisan Tezleri (1917) adlı çalışmasında, o zamana kadar teorik içeriği doldurulmamış Sovyet örgütlenmelerine ilişkin önemli çözümlemelerde bulundu. Ve Rus Devrimi’nin yönelimi olan Kesintisiz Devrimin teorik çerçevesini açıkladı.
1905 Devrimi ve Sovyetler, 1917 Şubat’ına ve Ekim’ine ışık tuttu. İlk prova ve ilk deneyim 1905’te yaşandı.

1 Nisan’dan 1 Mayıs’a... Sınıfsal öfke ve kin birikiyor – Volkan Yaraşır

1 Nisan’dan 1 Mayıs’a... Sınıfsal öfke ve kin birikiyor – Volkan Yaraşır


TEKEL Direnişi işçi sınıfının mücadele tarihinde bir momentumu işaretledi. Direniş, uzun solukluluğu, yarattığı dayanışma ve mücadele ruhuyla sınıfın nesnel ve öznel şekillenmesine hizmet etti. Tarihsel öznenin muazzam gücü bir kez daha ortaya çıktı.
TEKEL işçilerinin mücadelesi, yarattığı büyük anafora rağmen, kısmi kazanımlarla yeni bir aşamaya girdi. İşçi sınıfının geniş kesimlerinin hareketsiz kalması, solun büyük bir kısmının TEKEL’i yalnızca bir ajitasyon malzemesi olarak görmesi ya da sınırlı dayanışma ve ilişkilenme aracı olarak ele alması ve sendikal bürokrasinin ihaneti, mücadelenin böyle seyretmesinin temel nedeni oldu.
Her şeye rağmen TEKEL işçisi büyük bir moral kazandı. Muktedir olma gücü elde etti. Hatta bu özellikler, sınıfın geniş kesimleri tarafından da hissedildi. Bir anlamda TEKEL tarihsel misyonunu tamamladı.
Ankara işgaline son verilmesi, içinde birçok riski taşımasına rağmen, bir soluklanma, moral depolama, güç biriktirme dönemine girilmesinin de göstergesi olabilir. Bugün birçok ilde TEKEL işçileri, yeni sürecin örgütlenmesine ilişkin toplantılar yapıyor ve mücadele kararlılıklarının altını çiziyor. Ayrıca TEKEL işçileri tarafından farklı işçi direnişleri ve İstanbul’da olduğu gibi, öğrenci gençlik destekleniyor.
TEKEL işçisinin hareketliliğini gösteren bu gelişmeler, 1 Nisan’da bir sıçramanın zemini olabilir. 1 Nisan’da Ankara’da gerçekleşecek eylem, işçi sınıfının etkin katılımı ve devrimci güçlerin aktiviteleriyle sınıf hareketinde yeni bir birikim sağlayacaktır.
Bugün her biri kendi özgünlüğünde yeni TEKEL’ler olmaya aday Tariş, Yatağan, Marmaray, Çemen Tekstil, Akardan, Esenyurt işçilerinin direnişleri 1 Nisan’ı beslediği gibi 1 Nisan’da bu direnişleri besleyecektir. 1 Nisan’ın başarısı beraberinde 2010 1 Mayısı’nın gücünü ve etkisini dışa vuracaktır.
TEKEL Direnişi’nden gelen mücadele ruhu Newroz’da yanan ateşle güç kazanmış, şu anda süren işçi direnişleriyle 1 Nisan’ın sınıfın bir atılım günü olarak yaşanmasının önünü açmıştır. 2010 1 Mayısı bu birikimlerle şekillenecektir.
Çin çalışma rejimine karşı 1 Mayıs’ta alanlara!
Türkiye Cumhuriyet’inin bölgesel hamleler yaptığı ve bölgede yeni roller üstlendiği bir süreçte 2010 yılı 1 Mayısı’na giriyoruz. Egemenler bu süreci neo-Osmanlıcılık diye tanımlıyor. Neo-Osmanlıcılığı BOP+Çin çalışma rejim olarak formüle edebiliriz. Türkiye Cumhuriyeti’nin Ortadoğu’dan, Kafkasya’ya ve Balkanlar’a kadar emperyalizmin aktif taşeronluğuna sıvandığı ve bir uç beyi gibi hazırlandığı bu jeo-stratejik yönelim, önümüzdeki sürecin bir katastrof olarak yaşanmasına da neden olabilir. T.C. güçlü bir hamiye dayanarak bölgesel inisiyatif geliştirmeyi ve bölgede düzen kurucu bir güç olarak hareket etmeyi amaçlıyor. Suriye, Irak, Ermenistan, İran, Kürt Federe Devleti’yle girilen ilişkiler, bu yöndeki adımlar olarak düşünülebilir. Emperyalizm tarafından bölgenin yeniden sömürgeleştirilmesi ve dizaynı Türkiye kapitalizminin yönelimleriyle çakıştığı konjonktürde T.C., hızla bir militarizasyon sürecine giriyor. Türkiye kapitalizmi bölgeyi kendi ucuz emek ve pazar ihtiyacının karşılanacağı bir coğrafyaya çevirmeyi amaçlıyor. Bu yönde bir yandan emperyalizmin neo-lejyonerliğine soyunurken, diğer yandan aktif taşeron olarak devrede olmak istiyor. Fakat dünyanın güç gerilimlerinin odağı olan Ortadoğu’da her zaman büyük altüst oluşların yaşandığı unutulmamalıdır.
Türkiye Cumhuriyeti dış politikada hızlı bir militarizasyon sürecine girerken, ülke içinde yeni bir çalışma rejimini inşa etmeye başladı. Neo-Osmanlıcılığın BOP’u tamamlayan ikinci ayağı olan Çin çalışma rejimi, sistematik güvencesizleştirmeyi ve esnekleştirmeyi hedefliyor. Finans kapital bir yandan emperyal arzularla hareket ederken, diğer yandan Çin çalışma rejimiyle sınıfı boyunduruk altına almayı amaçlıyor. İşçi sınıfına 4-C, 4-B, sözleşmeli personel, taşeronlaşma, kiralık işçi, istihdam büroları vb. uygulamalarla köle işçiliği ve “beleş” ücreti dayatıyor. Finans kapital başta kıdem ihbar tazminatı ve asgari ücret olmak üzere sınıfın tarihsel kazanımlarına göz dikmiş durumda. T.C.’yi AB’nin Çin’i, yani ucuz emek cennetine çevirmeyi hesaplıyor. Bu adımlar işçi sınıfına yönelik bir karşı devrim sürecini işaretlemektedir.
İşçi sınıfı TEKEL Direnişi’nin yarattığı mücadele ruhuyla 1 Mayıs’a hazırlanmalıdır. 1 Nisan bu hazırlığın önemli sıçraması olmalıdır.
Kapitalist krize karşı model eylem ve model kimliklerle şekillenen işçi sınıfı, TEKEL direnişiyle bir başka evreye girdi. TEKEL Direnişi işçi sınıfı mücadelesinin daha militan ve daha radikal bir dönemine girişinin ilk işareti olarak değerlendirilebilir. 2010 1 Mayısı da bu anlamda sınıfın öfke ve kininin kolektif şekilde açığa çıktığı gün olmalıdır. Bu öfke ve kinin TEKEL Direnişi’yle nelere kadir olduğu görülmüştür.
Özellikle 2008 ve 2009’daki 1 Mayıs ruhu, yani Taksim’in kazanılması ve kapitalist devlete karşı açık ve net bir mücadele 2010 yılında da taçlandırılarak sürdürülmelidir. TEKEL direnişi her şeyin yeni başladığını göstermektedir. Sınıfsal öfke ve kin bugün tüm atölyelerde, fabrikalarda, organize sanayi bölgelerinde, işçi havzalarında birikmektedir. Yatağan’da, Esenyurt’ta, Tariş’te, Marmaray’da, yani işgallerde, direnişlerde ve grevlerde işçi sınıfı ayaktadır. Sorun bu pratikleri lokalizasyonun sınırından çıkartıp, yeni TEKEL’ler haline dönüştürmek ve ateş topuna çevirerek, 1 Mayıs’a taşımaktır. Bu anlamıyla 1 Mayıs, sınıfın sermayeye karşı açık, net, radikal ve militan mücadelesinin 2010 yılındaki en üst evresi olmalıdır.
Kapitalist krizin ve neo-liberal politikaların yıkıcılığına karşı, yani işsizliğe, açlığa, geleceksizliğe, Çin çalışma rejimine karşı 1 Mayıs sınıfın kolektif öfke ve kininin ve gücünün açığa çıktığı bir gün olmalıdır.
Bir manada 2010 1 Mayısı, 2010 yılının kazanılması anlamına gelecektir.
1 Nisan’da TEKEL işçileriyle tek yumruk olmayı başaran işçi sınıfı, 1 Mayıs’a da güçlü, kararlı ve etkin çıkabilir. Bu diyalektik 26 Mayıs genel eyleminin, gerçek bir genel eyleme dönüşmesinin de şartlarını yaratacaktır. Bu diyalektiğin bir yerindeki aksama, örneğin 1 Nisan’ın başarısız geçmesi, 1 Mayıs’ı etkilediği gibi, 26 Mayıs’ı etkilemesi kaçınılmazdır.
26 Mayıs’ı sendikal bürokrasinin bir yasak savması dışına çıkartmak istiyorsak, 1 Nisan’da yalnızca Sakarya Caddesi değil, Ankara’nın alanları işgal edilmelidir. TEKEL bize bunun mesajını vermiştir. Bu mücadele ruhu Yatağan’da, Esenyurt’ta, Marmaray’da derinleştirilmeli ve 1 Mayıs’a taşınmalıdır. 1 Mayıs’taki yükselen dalga kapitalist devletin ve sendikal bürokrasinin tüm engelleme ve blokajlarına rağmen 26 Mayıs’ın gerçek bir genel eylem olarak yaşanmasını yaratacaktır.
Bugün görev TEKEL ruhunu bütün işçi havzalarına yaymak, direnişleri TEKEL’lere çevirmek, sınıfın öfke ve kinini açığa çıkartmaktır. Her direnişi, TEKEL gibi bir manifestoya çevirmek ve sınıfın yıkıcı gücünü tetiklemektir. Sınıf devrimcileri, Marx’ın Lyon Komünarları için söylediği “isyan çığlığının” kendisi olmalıdır. Sınıfsal öfkeden ve kinden beslenerek, TEKEL’in ateşini 1 Nisan’a ve 1 Mayıs’a taşımalıdır.

Volkan Yaraşır Yerel seçimlerin sonuçları üzerine

1 Mayıs’a doğru... - Volkan Yaraşır


Yerel seçimlerin sonuçları üzerine


Küresel düzeyde ve senkronize özellik taşıyan kapitalist krizin etkilerinin hissedildiği ve Ortadoğu’nun yeniden dizaynının gündemde olduğu koşullarda Türkiye’de yerel seçimler yapıldı.
Krizin yıkıcı etkilerinin Ekim 2008’de ortaya çıkmasıyla, işçi sınıfı harekete geçti. İşten atılma, işyeri kapatmalarına karşı Gürsaş, Tezcan, Brisa ve Sinter’de fabrika işgal eylemleri yaptı. Ayrıca fiili sokak yürüyüşleri, çeşitli direnişler ve gösteriler gerçekleştirildi.
Krize karşı işgal, direniş, grev şiarı giderek maddi bir güç haline gelmeye başladı. Özellikle işsizlik tehdidi karşısında işçi sınıfı bir taraftan tedirginlik içine girdi, diğer taraftan öfkesini dışa vurmaya başladı. Bu ikili ruh hali içinde öfke giderek ağırlığını hissettiriyordu. İşten atılmalar 6-7 ay içerisinde, resmi rakamlara göre 500 bin, gerçek rakamlara göre ise 850 bine ulaştı. Sınıf kendisine yönelik bu acımasız tehdite karşı yeni arayışlar içine girdi. Ve ‘ne yapmalı?’ sorusuna, refleksel de olsa yanıt üretmeye çalıştı.
Merkez ülkelerde kriz finans sektöründen başlayıp, üretim alanına yansıyan bir şekilde gelişirken, periferide ve Türkiye’de direkt üretim sektöründe kendini hissettirdi. Bu durum sınıfın hızla öz savunma içine girmesine yol açtı. Kısa bir dönemde kapitalist sistemin bütün simsarlığının, vahşiliğinin, çürümüşlüğünün ve kokuşmuşluğunun ortaya çıkması ve devletle sermayenin organik ilişkisinin alenileşmesi sınıfa dost ve düşmanı daha kolay ayrımlaştıracak olanaklar sundu. Ne var ki, 2009 Ocak ayından sonra ülke gündemini yerel seçimlerin işgal etmesi, AKP’nin krizin etkilerini öteleyen politikalar izlemesi, yaratılan yoğun manipülasyon ve parlamento esaslı hayal tüccarlığı sonucunda sınıfın eylemlilikleri giderek sönümlenme sürecine girdi.
Bu havadan, zaten sınıf içindeki gelişmeleri anlamaktan uzak olan Türkiye solu şiddetle etkilendi. Yaratılan anaforun içinde kayboldu. Türkiye solu, işçi sınıfının kapitalizme karşı potansiyel düzeyde de olsa açığa çıkan öfkesini tetiklemek ve sınıfın özsavunma eylemleriyle bütünleşmek ve bu eylemleri doğrudan eylemlere dönüştürmek yerine, legalizmin ölümcül çekiciliğine ve parlamentarizmin ‘öldüren cazibesine’ kapıldı. Tabii ki bu aktüel bir tavır alıştan öte, ideolojik-politik yönelimin bir ifadesiydi ve sorun sadece bugüne ilişkin bir sorun da değildi.
Sınıfın kendi varoluş problemlerinin ortaya çıktığı koşullarda atölyelerde, fabrikalarda, organize sanayi bölgelerinde, grevlerde ve direnişlerde sınıfla bütünleşmek, onunla organikleşmek ve kendi varoluşunu sınıfın varoluşuyla kaynaştırmak ve kendini yeniden inşa etmek yerine sola aktüel pozisyon alışlar daha “anlamlı” geldi. Birkaç devrimci yapının dışında kapitalist krizin bir tarihsel dönemi işaretlediği ve yaşanan konjonktürün kapitalist kriz üzerinden okunması gerektiği anlaşılamadı. Bu anlamda seçimlerde legalizm istismar edilerek inatla devrimin, sosyalizmin ve komünizmin ajitasyonunun ve propagandasının yapılması ve kapitalist krize karşı sınıfın kolektif tepkisinin örgütlenmesi es geçildi.
Kısaca seçim süreci ve sonuçları Türkiye solunun zihniyet dünyası, refleksleri ve politik yaklaşımları itibariyle tam bir dekadans içine girdiğini gösterdi. Seçim sonrasında birçok eğilimin yaptığı değerlendirmeler, aslında bu hazin tablonun farklı biçimlerde ifade edilişinin dışavurumu oldu.
Seçim sonuçları sınıfın örgütsüzlüğünü, bir kez daha açığa çıkardı. Sınıf bloke edildi. Hatta sınıfı deklase edici (işçilerin sınıfsal bağlarının kopması, aşınması, giderek kaybolması ve moral çöküntüsü anlamında) faktörler açığa çıktı.
Krizin işçi sınıfı içinde yarattığı arayış, hoşnutsuzluk ve reaksiyon, yeni alternatifler ortaya çıkmadığından dolayı yerini durgunluğa ve sessizliğe bıraktı. Solun böylesi bir alternatif yaratma ya da zeminlerini örme yerine düzen partileriyle aynı atmosferin içinde yer alması manidardır.
Bu genel belirlemeler ışığında seçim sonuçları temelde egemenler, işçi sınıfı ve Kürt ulusal hareketi açısından ele alınabilir.
Egemenler açısından seçim sonuçları bir istikrarsızlığı simgeledi. 2002 yılından beri oylarını düzenli olarak artıran AKP, bu seçimlerde önemli bir düşüş yaşadı. CHP ve MHP’nin oylarında görülen yükselme, Saadet Parti’sinin (SP) oy oranlarındaki artış egemen klikler arasında uzlaşma-çatışma eksenli yaşanan süreci etkileyecek mahiyet taşıyor.
AKP geniş kitleler nezdinde halen itibar görmesine ve “alternatifsiz” bir konumda olmasına karşın yıpranma ve düşüş sürecine girmiştir. AKP’nin bu seçimlere ciddi olarak yüklenmesi, bir genel seçim atmosferine sokma gayreti, hatta Tayyip Erdoğan’ın direkt devrede olması bir sonuç vermemiştir. Krizin yıkıcı etkilerinin iyice açığa çıkmasıyla bu gerilemenin derinleşmesi muhtemeldir.
CHP ve MHP’nin oy artışı, SP’nin belirli bir oy potansiyeline ulaşması önümüzdeki dönemde sermaye fraksiyonlarına farklı seçenekler sunmaktadır. Bu bir yanıyla da tek partili iktidar yerine farklı kombinasyonların ya da istikrarsızlıkların göstergesi olabilir. Siyasal tablonun böyle biçimlenmesine neden olan Kürt sorunu ve kapitalist krizdir. Bu nedenler büyük bir olasılıkla yaşanacak siyasal istikrarsızlığa da kaynaklık edecektir. Yine de burjuva düzeni sürmektedir.
İşçi sınıfı açısından seçim sonuçları son derece riskli bir dönemin habercisidir.
AKP yine geniş işçi yığınları tarafından rağbet gördü. CHP ve MHP’ye verilen oylar, bir boyutuyla AKP’ye reaksiyonu içerse de, önümüzdeki dönemde sınıfın milliyetçi ve dinsel gericilik eksenli bir polarizasyon içine girme olasılığını ortaya koydu. SP ise AKP’nin bırakacağı boşluğu daha iyi tahkim edecek, hayırsever kapitalizmin inşasında rol almaya aday olduğunu gösterdi. Sınıf yok edici ikilemle karşı karşıya kaldı: Dilenme ya da sürünme…
Bilindiği gibi her kriz anı iki olasılık yaratır; imkan ve tehdit. İşçi sınıfının ve siyasal öncüsünün örgütlülüğü devrimin imkanını yarattığı gibi, bu koşulların olmaması karşı devrim tehdidini ortaya çıkarır. Ya da karşı devrimin mayalanmasını. Seçim değerlendirmelerinde AKP’nin gerilemesi üzerine yapılan çözümlemeler son derece yanıltıcı yönleri içinde taşımaktadır. Özellikle TC’nin içine girdiği konjonktür ve kapitalist krizin boyutları AKP, CHP, MHP ve SP’nin aldığı oyların bir bütün olarak (milliyetçiliğin ve dinsel gericiliğin değişik tandanslarını içinde taşısa da) karşı devrimin mayalanma zeminini yaratmıştır. Sınıfın bağımsız-birleşik gücünün yaratılamadığı koşullarda milliyetçilik ve dinsel gericilik süreci belirleyen ana eğilimler olarak öne çıkmıştır ve güçlenmesi muhtemeldir.
Burada iki noktaya dikkat çekmek gerekiyor. İstanbul’da CHP’li Kılıçdaroğlu’nun seçim çalışmalarını “laiklik” temasından öte yoksulluk, yolsuzluk ve işsizlik gibi sahici konular üzerine kurması sonuç getirdi. CHP il düzeyinde oylarını artırdı. Ayrıca birçok önemli ilçeyi kazandı.
Saadet Partisi ve özellikle Mehmet Bekaroğlu benzer temalar üzerinde durdu. Bekaroğlu’nun Desa direnişçisi Emine Arslan’ı ziyaretinde söylediği “cipli başörtülüler bana oy vermesin” sözü aslında bir seçim perspektifinin ürünüydü. Bu iki deneyim krizin derinleşmesiyle sınıfın bağımsız-birleşik gücü yaratılmadığı koşullarda, işçilerin nereye yöneleceğini gösterdi.
Kriz koşulları sınıfın üzerinde bir kara veba gibi dolaşan işsizliği yaygınlaştırmaktadır. Bugün Türkiye’de açık ve sayılamayan işsizlerin toplamı 6 milyondur. Eylül 2008’den beri bu sayıya 1 milyona yakın kişi eklenmiştir. Gelişmeler ve eldeki veriler, 2010 sonlarına kadar bu sayıya 2-3 milyon kişinin daha katılacağını göstermektedir.  Yani çok kısa bir zamanda gerçek işsiz sayısının 10 milyona yükselmesi olasıdır. Bu muazzam bir rakamdır.
İşsiz yığınlar üst kimliği oluşmadığı koşullarda, hızla ötekileştiren, lümpenleşen, reaksiyonel özellikler gösteren bir karaktere sahiptir. Önümüzdeki dönemin temel görevini sınıfın bağımsız-birleşik kitlesel gücünü açığa çıkartmak olarak belirlersek, bu gücün organik parçası olan işsizlere yönelik somut politikaların geliştirilmesi yaşamsal önem taşıyacaktır. Eğer bu başarılamazsa bu kitlelerin sistem tarafından mobilize edilmesi kaçınılmazdır.
ABD’de Obama’nın iktidara gelmesi ve hegemonya krizine karşı restorasyon çabaları, yeni Irak ve Afganistan politikaları ve NATO’nun yeni paradigması, TC’nin neo-Osmanlıcılık yönelimlerini beslemekte, işsiz yığınların neo-lejyoner olarak devreye sokulmasının önünü açmaktadır. Ayrıca bu işsiz yığınların 1926 Almanya’sında Beyaz Gömlekliler, daha sonra Kahverengi Gömlekliler ve SA’lar, 1922 İtalya’sında Kara Gömlekliler, Franco İspanya’sındaki falanjlar olarak karşımıza çıkması olasıdır.
AKP, CHP, MHP ve SP’nin aldığı oyların bir yanıyla katastrof zeminleri yarattığı gözardı edilmemelidir. Dinsel gericilik ve milliyetçilik dalgasının işsiz yığınları hızla sarması ve faşizmin kitle ruhunun sokakları işgal etmesi olasıdır. Kendini “küçük adam” hisseden işsiz, kolayca Kara Gömleklilere ve SA’lara dönüşebilir.
Bundan dolayı seçim süreci ve sonuçları sınıfın kapitalist krize karşı açığa çıkan öfkesini, hoşnutsuzluğunu, reaksiyonunu massedici bir işlev gördü. Sınıf bloke edildi. Eğer devrimci alternatifler yaratılmazsa “mutluluk yerini ödeve, özgürlük yerini otorite ve disipline, eşitlik yerini hiyerarşiye” bırakacaktır. Naziler 1928 seçimlerinde 12 milletvekilliği kazandı. 1930 yılında oyları 6,5 milyona, milletvekili sayısı 107’e yükseldi. İki yıl sonra oyları % 36’ya, milletvekili sayısı 230’a ulaştı. 1933’te ise iktidarı ele geçirdiler. 1929 krizinin etkileri ve 1931 yılındaki 6 milyon işsiz Nazizmi iktidara taşıdı.
Yaşanan kapitalist kriz sürecinde uluslararası düzeyde yaygınlaşan ekonomik-milliyetçilik ve korumacılık eğilimleri işçi sınıfı için yeni tehlikeleri işaretlemektedir. İşçi sınıfına Nazi çalışma rejimini andıran uygulamalarla köle işçilik ya da işsizliğin kahredici sefaleti dayatılmaktadır. Bu ablukanın dağıtılması önümüzdeki en temel görev olacaktır.
Son olarak DTP’nin aldığı oylar Kürt halkının ulusal enerjisini açığa çıkardı. Her şeye karşın dosta düşmana Kürt varlığını gösterdi. AKP’nin son derece provokatif atakları, DTP’yi dıştalayan ve etkisizleştirmeyi amaçlayan politikaları boşa çıktı. Kürt halkı ben de varım dedi. Ne var ki burada unutulmaması gereken, bu enerjinin bir pazarlık konusu olması ve Ortadoğu’nun yeni dizaynına uygun bir Kosova modelinin zeminlerini örme riskini içinde taşımasıdır.
Kürt sorununun Barzani’leştirilerek ya da Türk-İslam, Kürt-İslam sentezi çerçevesinde “çözülmesi” (Fethullah Gülen’nin Kürt federe devletindeki ekonomik ve nüfuz alanı çabaları boşuna değildir), emperyalizmin bölge ihtiyaçlarına göre sorunun ele alınması gündemdedir. Bu bir anlamda separatist bir yönelimdir. Bu kurguyu bozacak tek güç Kürt yoksulları ve Kürt işçileridir. Aslında seçimlerde Kürt yoksulları ve işçileri net olarak tavrını koymuş, büyük oy farkıyla tarafını göstermiştir. Ama ulusal sorunda unutulmaması gereken, geniş spektrum yaratan siyasal eğilimlerin süreci belirlediği ya da süreçteki en örgütlü kesimin ağırlığını koyduğudur. Bugün Kürt egemenleri veya burjuvazisi arkasına Kürt yoksullarının ve işçilerinin enerjisini alarak devrededir. Kürt halkının bir Kosova modeline ya da sürecin Barzani’leştirilmesine izin vermesi geleceğinin karartılması anlamını taşıyacaktır. Evet DTP’nin aldığı oylar önemlidir ama bu oyların yarattığı enerjinin nasıl şekilleneceği daha da önemlidir. Kısaca bugün Kürt sorunu yeni bir eşiktedir. Sınıfsal ayrışma ve farklılaşmanın açığa çıkacağı ve hızla artacağı bir sürece girilmiştir. Özellikle Batı yakasında sınıfsal enerjinin açığa çıkması ve enternasyonal dalganın yükselmesi bu ayrışmada ciddi önemde rol oynayacaktır. Batı yakasında sınıfsal enerjinin açığa çıkması ulusal enerjinin yönelimini de belirleyecektir. Yani enternasyonal görevler dünden çok daha acilleşmiştir. Bu bir yanıyla “İşçilerin birliği, halkların kardeşliği” şiarının örülmesi anlamını taşımaktadır.
Sonuç olarak işçi sınıfının önünde son derece önemli sorunlar ve yoğunlaşacak bir mücadele gündemi bulunuyor. Özellikle işçi sınıfı işsizlik ve sınıfın tarihsel kazanımlarının (kıdem ihbar tazminatının, en temel sosyal haklarının ve ikramiyelerinin vb.) gaspı, sistemli güvencesizleştirme saldırılarıyla karşı karşıyadır.
İşçi sınıfına Nazi çalışma rejimi ya da Vietnam çalışma rejimiyle köle işçilik ve beleş ücret dayatılıyor. Ve işsizlik korkusuyla felç edilmek isteniyor. Seçimler, sınıfın sorunlarına odaklanmasını ve somut yanıtlar üretmesini engelleyen bir içerik taşıdı. Ama kapitalizmin krizi devam ediyor. Sermaye krizin mahiyetini soğukkanlılıkla sınıfın üzerinden çıkartmak istiyor.
Bu koşullarda gerçekleşen 1 Mayıs en başta Gürsaş, Tezcan, Brisa ve Sinter’de başlayan fabrika işgal eylemlerinin ruhunun ve radikalliğinin taşındığı gün olmalıdır.
Sınıfın kapitalist krize karşı öfkesinin açığa çıktığı işgal, direniş, grev şiarının alanlarda maddi bir güç haline geldiği gün olmalıdır.
Kapitalist krize karşı en başta Taksim meydanı, yani 1 Mayıs meydanı sınıfın siyasal kitle eyleminin yapıldığı alana dönüşmelidir.
1 Mayıs seçim atmosferinin yarattığı ataletin kırıldığı, sinizmin dağıtıldığı, sınıfsal öfke ve coşkunun işçi sınıfını kavradığı bir gün olmalıdır. 1 Mayıs sınıfa karşı sınıf politikalarının açığa çıktığı bir gün olmalıdır. 2009’u kazanma 1 Mayıs’ı layıkıyla kutlamaktan geçecektir. Her şey işçi sınıfı için…
1 Mayıs’ta Taksim’de, 1 Mayıs alanında!
Her yeri 1 Mayıs alanına çevirmek için, alanlara!

1 Mayıs başkaldırıdır - Volkan Yaraşır 2010: Kitlesel ama ruhunu arayan 1 Mayıs

1 Mayıs başkaldırıdır... - Volkan Yaraşır



2010: Kitlesel ama ruhunu arayan 1 Mayıs


2010 1 Mayısı, ‘70’li yılları andıran bir şekilde, 100 binlerce kişinin katılımıyla Taksim’de kutlandı. Taksim, başta devrimci güçlerin ve işçi sınıfının ileri unsurlarının inatçı, kararlı ve militan mücadeleleri sonucu kazanıldı. Bu uğurda ağır bedeller ödendi. Taksim asla “demokratik bir lütuf”, bir tolerans, “tabuların yıkılması” ve “yasakların” kalkması değil, yüreklerin siper edilmesiyle, devrimci kararlılığın ve ruhun ayağa kalkışıyla, uslanmayan ve terbiye edilmeyen militanlıkla “fethedildi”. Mehmet Akif Dalcı’nın çatışırken elinde tuttuğu taş, Gülay Beceren’in slogan atarken soluğunu kesen mermi, 1977’de Jale Yeşilnil’in panzer altında kalmış yüreğiydi Taksim’i kitlelere açan, kitlelerle Taksim’i kucaklaştıran.
3 koldan Taksim’e giren göstericiler Türkiye Tarihi’nin en kitlesel 1 Mayıs’larından birini kutladı. Bu başlı başına moral verici bir tabloydu. Alan, kendine yakışanla, yani kitlelerle ve sloganlarla yeniden kimlik kazandı. Bir zamanlar devlet gücünün simgesi olan, daha sonra tüketim kültürü ve terörüyle birlikte anılan Taksim, şimdi gerçek sahiplerine kitlelerle, ruhuna ise sloganlarla yeniden kavuştu. Unutulmasın, kentler gibi, meydanlar da soluk alıp verir, kendine göre hayatları devam eder.
Krizle biriken öfke
1 Mayıs kapitalist krizle biriken muazzam öfkenin dışa vurumu oldu. Kapitalist kriz sarsıcı sonuçlar yarattı. İşçi sınıfı sermayenin açık ve şiddetli saldırılarına maruz kaldı. Özellikle işsizlik yıkıcı etkilere yol açtı. Yaklaşık 1,5 yıllık zamanda 1,5 milyona yakın kişi işsiz kaldı. Devlet resmi açıklamalarında bu sayıyı 870 bin olarak gösterdi.
İşçi sınıfı kapitalist krize karşı kendi otonomisinden hareketle hemen yanıt üretti. İşgal, direniş ve grevlerle model eylemler geliştirdi. Sinter, Brisa, Tezcan gibi fabrika işgal eylemleriyle sermayeyi sarstı. Aynı dönemde işçi sınıfı mücadele içerisinde model kimlikler yaratarak, azmini, kararlılığını ve dava insanı olmanın pratiklerini gerçekleştirdi. Emine Arslan, Saliha Gümüş, Gülistan Kobatan bu sürecin ortaya çıkardığı model kimliklerdi.
TEKEL Direnişi bu birikimlerle şekillendi. Direniş, hem kapitalist krize, hem de neoliberal karşı devrim saldırısına net bir karşı duruş oldu. Bir anlamda yaşanan pratiklerin billurlaşmış haliydi. İşgal, direniş ve grevlerin bir üst düzeye sıçramasıydı. TEKEL Direnişi sınıf hareketinde bir kırılmayı işaretledi. Nasıl ki model eylemler TEKEL’le nitelik kazandıysa, model kimlikler de bu eylemle kolektif kimliğe dönüştü.
TEKEL Direnişi sendikal bürokrasinin ablukasını kıramasa da sınıf hareketinde bir moment oldu. Sınıfın nesnel ve öznel şekillenişinin önünü açtı. Geniş işçi yığınlarına moral ve güç verdi. Muktedir olma yetisi kazandırdı.
TEKEL Direnişi bir düzeyde misyonunu gerçekleştirdi. 1 Nisan eylemi ise TEKEL ruhunun işçi havzalarına taşınması için önemli bir pratik olabilirdi. TEKEL’le başlayan işçi hareketindeki yükseliş, 1 Nisan’da alanlara taşınabilirdi. Böylece TEKEL Direnişi, 1 Nisan, 1 Mayıs ve 26 Mayıs diyalektiği örülebilirdi.
Ne yazık ki 1 Nisan başarısız ve etkisiz bir eylem oldu. Hatta 1 Nisan’ın başarısızlığının 1 Mayıs’a yansıyabileceği düşünüldü. Fakat kapitalist krizin ve neoliberal yıkım politikalarının sonuçlarının (açlık, sefalet, işsizlik ve geleceksizliğin) tahmin edilenden çok daha sarsıcı olduğu ve kitlelerde öfke ve arayışı tetiklediği 1 Mayıs’la bir kez daha ortaya çıktı. Ayrıca 1 Mayıs’ın ücretli tatil günü ilan edilmesi, Taksim Meydanı’nın 1 Mayıs gösterilerine açılması 100 binlerin Taksim’e akmasına yol açtı. 1 Nisan’da kopan diyalektik, 1 Mayıs’ta yeni bir diyalektiğin kurulmasını beraberinde getirdi. TEKEL Direnişi’nde özgüven ve moral kazanan işçi sınıfı 1 Mayıs’ta kolektif gücünün farkına vardı. Bununla birlikte sınıf bilincinin yapıtaşı olan tarih bilinciyle donandı. Geçmişine sahip çıkarak, geleceğe uzanabileceğini hissetti. TEKEL’in mücadele ruhu 1 Mayıs’ta geniş yığınlara taşındı. Böylece sınıf mücadelesi açısından yakın dönemindeki en önemli tarihsel eşiklerinden biri daha gerçekleşti. Ayrıca 2010 1 Mayısı işçilerle devrimci grupların ve Kürt hareketinin kaynaşmasına sahne oldu. Kürt hareketi pankartlarında ve sloganlarında bir yandan sosyalizm vurgusu yapması, öte yandan Kürt sorununu ile işçi sınıfı mücadelesi arasında bağ kurması dikkat çekti.
Şimdi diyalektiğin öbür ayağı olan 26 Mayıs genel eylemini örme zamanıdır. Şimdi görev, 1 Mayıs’la sınıfın kazandığı muazzam moral gücünü 26 Mayıs’a taşıma zamanıdır. Sendikal bürokrasinin her düzeydeki blokajını kırarak, 26 Mayıs’ı 1 Mayıs’a çevirmektir. Genel eylemi genel greve dönüştürmektir. Artık sınıf içinde bunun zemini ve ruh hali vardır. Görev işçi kentlerinde, havzalarda, fabrikalarda, atölyelerde, işyerlerinde bu çalışmayı yoğunlaştırmaktır. 1 Mayıs’ın 26 Mayıs’a taşınması sınıf hareketinde ciddi bir sıçramanın önünü açabilir. 26 Mayıs’ın genel eyleme dönüştürülmesi, sermayenin 2010 yılında sürdüreceği topyekûn saldırıya karşı sınıfın gerçek bir ayağa kalkışı olabilir. Bu potansiyelin varlığı 1 Mayıs’ta ortaya çıkmıştır. Gerçekten 26 Mayıs genel eylem ve genel grev günü olabilir. Böylesi bir gelişme sınıfın hızla siyasallaşmasının önünü açacaktır. Sınıfın bağımsız ve siyasal bir güç olarak şekillenmesine olağanüstü katkılarda bulunacaktır. Kriz koşullarının bu noktada inanılmaz olanaklar sunduğu unutulmamalıdır.
Bugün her işçi havzasında, her fabrikada ve atölyede sınıfsal kin ve öfke birikmektedir. Sorun bu öfke ve kinin açığa çıkartılması ve doğru bir mecraya akıtılmasıdır. Bugün Yatağan’da, Esenyurt’ta, Akkardan’da ve birçok işyerinde yaşanan direnişlerin ateş topuna çevrilmesi bizlerin çalışmasına bağlıdır. Şimdi görev 1 Mayıs’taki başarıyı bu direnişlere taşımak ve 26 Mayıs’ı işyeri işyeri, fabrika fabrika örmektir. Bugün sendikal bürokrasi 26 Mayıs için hemen hemen hiçbir şey yapmamasına rağmen, her fabrikada, her işyerinde işçiler öfke ve arayış içindedir. Bir kıvılcım, ufak bir hamle, bu kolektif  ruh halini harekete geçirebilir. 1 Mayıs ve TEKEL Direnişi sınıf hareketinin yaratıcı zenginliğini bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Bu zenginliğe inanmak ve bu zenginliğe güvenmek gerekir.
1 Mayıs’ın düşündürdükleri
1 Mayıs bu olanakların önünü açsa da, aynı zamanda önümüzdeki dönemde sınıf hareketinde yaşanabilecek bir dizi negatif gelişmeye ışık tuttu.
2010 1 Mayısı sağ ve sol liberal çevrelerce “bir dönemin kapanışı”, “yeni bir sürecin başlangıcı” gibi ifadelerle tanımlandı. Nasıl ki 1977 1 Mayıs katliamı 12 Eylül’e giden süreci açtıysa, 2010 1 Mayısı’nın da 12 Eylül atmosferinden çıkışın göstergesi olarak değerlendirildi. Böylece hem 1 Mayıs’ın içeriği boşaltılmaya, hem de AKP’ye açık ya da örtük destek verildi. Taksim, AKP’nin bir “demokratikleşme atağı” olarak gösterilmeye çalışıldı.
AKP’nin ve uluslararası sermayenin sınıfa yönelik topyekûn saldırısı, yani sistematik güvencesizleştirme, esnekleştirme, sınıfın tarihsel kazanımlarının gaspı gizlenmeye çalışıldı. Kısaca işçi sınıfını boyunduruk altına alan ve onu köleleştiren Çin çalışma rejimi yok sayıldı. Taksim’in açılması fazlasıyla abartılarak, 1 Mayıs’ın içi boş bir ritüele dönüştürülmesi hedeflendi. Sınıfsal antagonizmanın perdelenmesi yönünde son derece yoğun dezenformasyon yapıldı.
Önümüzdeki dönemde bu doğrultuda birçok adımın atılması beklenmelidir. Sınıfta bilinç kırılmalarına ve akıl tutulmalarına yol açan bu operasyonlara karşı sınıf kimliğinin ve bilincinin açığa çıkartılması yakıcı önem taşıyacaktır. Ayrıca sınıfsal antagonizmanın altı her yerde ve her zaman çizilmelidir.
İçine girilen süreçte işçi sınıfının sermaye klikleri arasındaki çatışmaya ortak edilmesi ya da meyil göstermesi doğrultusunda bir dizi düzenleme gündeme getirilebilir. Sınıfın ideolojik olarak yaşadığı kirlilik (milliyetçi, ulusalcı, muhafazakar eğilimlerin yaygınlığı) böylesi bir yönelime girmesini kolaylaştırabilir. 1 Mayıs bu anlamıyla da önemli veriler sundu. Bazı eğilimler salt AKP karşıtlığı üzerinden kendini tanımladı, bazıları ise ulusalcı ve milliyetçi vurgularla alana girdi. Bunu slogan ve pankartlarıyla gösterdi. Ayrıca sendikal bürokrasinin yaklaşımları da benzer şekildeydi.
1 Mayıs’ın hem sınıfsal içeriğinin deforme olmasına, hem de enternasyonal niteliğinin kaybedilmesine yol açabilecek bu gelişmeler hafife alınmamalıdır. İşçi sınıfının ontolojisini bozan böyle gelişmelere karşı sistematik bir ideolojik mücadele yürütülmeli, sınıfın enternasyonal kimliği açığa çıkarılmalıdır. Bu da sınıf bilincine ve kimliğine yönelik çalışmaların yoğunlaştırılmasının önemini ortaya koymaktadır.
Yeni süreçte sendikal bürokrasinin sınıf hareketinin bağımsız gelişmesini engellemek doğrultusunda fiilen devlet ve hükümet desteğiyle devrede olacağı 1 Mayıs pratiğiyle bir kez daha açığa çıktı. 1 Mayıs 2010 sendikal bürokrasi tarafından denetlenmeye ve kontrol altında tutulmaya çalışıldı.
Daha önce TEKEL pratiğinde benzer şeyler yaşanmıştı. Sendikal bürokrasi direnişi başından sonuna engellemeye ve sığlaştırmaya çalıştı. TEKEL işçileri bu blokajı kırarak direnişlerini gerçekleştirdi. 1 Mayıs’ta yine TEKEL işçilerinin tavrı önem taşıdı. Önümüzdeki süreçte sendikal bürokrasinin sınıfın bağımsız mücadelesini kırmak ve manipüle etmek anlamında misyon yüklenmesi olasıdır.
Sınıfın kolektif iradesi ve gücünü devreye sokacak taban örgütlenmeleri işçi sınıfının hızla şekillenmesine yola açacağı gibi sendikal bürokrasiye karşı yürütülecek mücadelede vazgeçilmez bir araçtır.
Bunun yanı sıra yazılı ve görsel medya, 1 Mayıs’ı sınıfın terbiye edildiği gün olarak göstermeye çalıştı. Bazı katılımcıların 1 Mayıs’ı içi boş bir şenlik havasına çevirme uğraşısı da bu amaca hizmet etti. 1 Mayıs’ın sınıfsal özü göz ardı edildi. Sendikal bürokrasi de bu yönde değişik “katkılarda” bulundu.
1 Mayıs’ın sınıfın bir başkaldırı ve isyan günü olduğu unutturulmaya çalışıldı. Hatta 1 Mayıs ve simgeleri metalaştırıldı.
Buna benzer yaklaşımların önümüzdeki dönemde de süreceğini düşünmek yanlış olmayacaktır. Türkiye kapitalizminin içine girdiği transformasyon süreci emeğin ehlileştirilmesinin üzerinde şekillenmektedir. Bu anlamıyla sınıfsal antagonizmanın perdelenmesi yönünde yoğun bir çaba gösterileceği aşikardır.
1 Mayıs’ın en karakteristik özelliği ehlileştirilememesidir. 1 Mayıs sınıfsal antagonizmanın çıplak bir dışavurumudur.
Son olarak 2010 1 Mayısı, Türkiye’deki 1 Mayıs gösterilerinde en kitlesellerinden biriydi. Evet kitleseldi ama bu ruhunu arayan bir kitlesellikti.
Tek başına, şekilsiz ve ruhunu kaybetmiş kitlesellikler hızla manipüle olmaya, dağılmaya mahkumdur. Sorun kitlesellikle 1 Mayıs’ın isyan ve başkaldırı ruhunu kaynaştırmaktır. 1 Mayıs geleneğinin de özünün bu olduğu unutulmamalıdır. Kitlesellik kadar radikal ve militan ruhun 1 Mayıs’ın karakterini oluşturduğu bilinmelidir. Bu aynı zamanda sınıf mücadelesinin seyrinin dışavurumudur. Biz bu ruhu 1887’de idam edilen ABD’li işçiler Spies, Parsons, Engel ve Fisher’den alıyoruz. Sınıf tarihine Kara Cuma diye geçen o idam gününden alıyoruz. 1977’de katledilen 36 emekçi, 1989’da vurulan Mehmet Akif Dalcı ve 1996’da Kadıköy’de öldürülen 3 emekçi bize yürümemiz gereken yolu gösteriyor. Ve onlar bizi her 1 Mayıs’ta alanlarda kucaklıyor. 1 Mayıs alanları fabrikalara giden yolu, yani izlememiz gereken yolu gösteriyor. Yolumuz işçi sınıfının yoludur!